Kontrollü yangın -Füruğ Ferruhzad’ın açık sözlü arzu şiirleri-

Rhian Sassee
Çev: Selcan Peksan

Yanan sigaralar, közler, kokulu dumanlar, alevler; bunlar İranlı şair ve film yapımcısı Füruğ Ferruhzad’ın âşık olmanın ve aşktan kopmanın yoğunluğunu tasvir etmek için kullandığı bazı imgeler. Şiiri için için yanmakta. Bir sevgilinin öpücüğü “yanmış gelinciklere” benzetilir; evli bir kadının zina yaptığı bir adamın kolları demir gibi sıcak ve ağırdır. “Belki de hayat,” diye düşünür, “sevişmekle yeniden sevişmek arasındaki durgunlukta bir sigara yakmaktır.” Şair-anlatıcı kül gibi dağılır; arzu -hayat için, aşk için, yanılabilir ve tutarsız erkeklerin ilgileri için- yeni tutuşturulmuş bir kâğıdın kıvrılmış kenarları gibi kıta kıta dökülür.

 

İran’ın en ünlü ve sevilen 20. yüzyıl şairlerinden biri olan Ferruhzad için bu ateşin arındırıcı bir niteliği, havada duman gibi kalan bir kendine sahip olma duygusu vardır. 32 yaşında çok genç yaşta ölen, İran siyasetinden ve toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinden duyduğu memnuniyetsizliği hep açıkça dile getiren Ferruhzad, şiiri bir tür kundaklama olarak yazmıştır; bir imha edici. Ama sonrasında bir şey olur: en temel yapılar kalır, en temel benlik. Gereksiz olan her şey yanmıştır.

 

1934 yılında Tahran yakınlarında üst düzey bir subay olan Albay Mohammad Baqer Ferruhzad ve eşi Tūrān’ın kızları olarak dünyaya gelen Ferruhzad, bu sanatsal ve entelektüel eğilimleri olan üst-orta sınıf ailenin yedi çocuğundan üçüncüsüydü. Ferruhzad ‘ın kız kardeşi Pooran da yazardı, erkek kardeşi Fereydoun ise 1979 devriminin ardından Almanya’ya kaçan bir müzisyen ve televizyon sunucusuydu. Hırçın bir çocuk olan Ferruhzad’ın beş kitabından seçme şiirlerden oluşan İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına (New Directions, 2022) başlıklı kitabının çevirmeni Elizabeth T. Gray, Jr., genç şairi “cesur ve asi”, “her türlü ebeveyn kontrolüne meydan okuyan bağımsız bir çizgiye sahip” biri olarak tanımlıyor.

 

Ferruhzad 16 yaşındayken, ailelerin onaylamamasına rağmen kendisinden 11 yaş büyük olan uzaktan bir kuzeniyle nişanlandı. Evlendikten kısa bir süre sonra oğlu Kāmyār’ı doğurdu. Artık biraz durulması ve destekleyici taşralı eş rolünü benimsemesi bekleniyordu. Bunun yerine şiir yazdı. Kocasının teşvikiyle Tahran’ı ziyaret ederek editörlerle görüştü ve sonunda edebiyat dergilerine başvurdu. Bir editör daha sonra onu “saçları dağınık, elleri mürekkep lekeli ve parmaklarının arasında katlanmış ve sıkıştırılmış bir kağıt parçası olan bir kız” olarak hatırlayacaktı. Hakkında evlilik dışı ilişki dedikoduları yayıldı. Kocasından boşandı ve oğlunun velayetini bırakmak zorunda kaldı. Elleri mürekkep lekeli bu kız, Tutsak adını verdiği ilk kitabı 1955’te yayımlandığında 21 yaşındaydı.

 

İlk kitapta yer alan şiirler, oksijenle değil karbon monoksitle yazılmış; birbiriyle uyumsuz bir çiftin sıkışmışlığını ve mutsuz bir kadının çığlıklarının boğuk sesini resmediyor. Kitaba adını veren şiirin son birkaç dizesi, Gray’in çevirisinde “Ben yanan kalbiyle / bir harabeyi aydınlatan mumum” şeklinde yer alıyor.  İran asıllı Amerikalı Sholeh Wolpé, bu dizeleri daha önce “Bu karanlık harabeyi / yanan kalbimin alevleriyle aydınlatıyorum” şeklinde çevirmiştir. Bir başka şiir, skandal sayılan “Günah” da kıvılcımlar saçıyor: “Zevk dolu bir günah işledim,” diye başlıyor şiir, kadın cinsel arzusunun cesur bir kucaklaması, “sıcak ve ateşli bir kucaklamada.”

 

Ferruhzad’ın kardeşi Fereydoun, Nasser Saffarian’ın yönettiği ve Ferruhzad’ın hayatı ile çalışmalarına adanmış üçlemesinin ilki olan Yeşil Soğuk (2002) belgeselinde “Biz dayatmacı bir ailede büyüdük. Erkek şovenist bir ülkede büyüdük” diyor. Ferruhzad’ın isyankâr evliliğinden kısa bir süre önce, babası annesini başka bir kadın için terk etmişti. Toplum, genel olarak babasının ve Ferruhzad’ın ilişki yaşadığı evli erkeklerin kaçamaklarını hoş görse de Ferruhzad’ın aynı şeyi yapması kabul edilemezdi. Gray’in çevirmen notunda yazdığı gibi, yüzyıllar boyunca Fars şiiri “aşkın nüanslarını keşfetti … [ama] şiirsel konuşmacı nadiren bir kadındı ve kesinlikle kalbinden konuşan etten ve kandan tutkulu bir kadın değildi.” Buna karşın, Ferruhzad erkekleri “kendi şiirsel öznesi haline getirdi, kendi aşk ve hayalinin, tutku ve cinsel arzusunun nesneleri yaptı onları… [şiirleri] ‘geleneksel’in aksine ‘modern’dir, akademik topluluk tarafından reddedilen ve şiir olarak kabul edilmeyen bir biçimdir,” diye gözlemliyor Wolpé.

Ferruhzad’ın dördüncü kitabı Yeniden Doğuş‘ta (1964) yer alan “Âşıkane”, modern bir kadının cinsel arzusunu ne kadar yoğun bir şekilde yakalayabildiğinin çarpıcı bir örneğidir. “Ey düşüyle geceyi renklendiren sen,” diye başlar şiirin içli ağıtı, “kokunla doldu göğsüm […] Ey derimin altına saklanan / damarlarımdan yanarak çağlayan kan gibi / okşamalarıyla saçlarımı / ve arzunun kavuruculuğuyla yanaklarımı yakan sen.” Burada cilveli, nazlı veya çekingen bir şey yok. Nadiren bir şair, özlemin erotik gücünü ve saplantının yıkımla yaratma arasında gidip gelme yollarını bu kadar eksiksiz tasvir etmiştir.

 

O yaratıcılık, sevgilisini överken kullandığı dilde ortaya çıkar: “Toprağın bedenini yıkayan yağmur gibi  […] buğday tarlalarından daha bolluk dolusun / altın dallardan daha fazla meyve yüklü” diye başlar ilk kıtanın dizeleri. Sonra devam eder, “Senin suyun, kalbimin kurumuş dere yatağını doldurdu.” Metaforlar olgun, ıslak, özlem dolu, fakat doğaya yapılan bu göndermelerde hakiki bir zevk ve yenilenme hissi olmasına rağmen, şiirin son kıtası daha karanlık bir şeyle flört eder:

 

Ey beni şiir şevkiyle harmanlayan
şiirlerime tüm bu ateşi yağdıran
Bunca alevlendirerek aşkımı
ateşe veriyorsun şiirimi de

 

Bu son satırda, en azından İngilizcesinde, huzursuz edici bir şeyler var. Ağırbaşlı bir kadın sanatçı için arkadaşlık ve aşk bulmak ne kadar mümkün? Ferruhzad’la ilgili Batılı basın ve tanıtım metinlerinde sık sık onun çalışmaları ile Amerikalı çağdaşı Sylvia Plath’ın çalışmaları arasında paralellikler kuruluyor. Kolay bir karşılaştırma olmasa da her iki şairin eserlerinde de doğanın şehvetli çağrısının aniden acımasız bir vahşiliğe dönüştüğünü söyleyebiliriz. Plath için arılar asla masum değildir; Ferruhzad’da aşk, ateş ve sanat arasında kaçınılmaz ve kendi kendini yok eden bir bağ vardır – Plath’ın da paylaştığı bir ilişki. Plath, “Fever 103°”de “Ben bir fenerim,” diye yazarak Ferruhzad’ın “Tutsak” kitabındaki benzer bir dizeyi akla getirir; konuşmacı kendini “mum” olarak ilan eder. Plath’ın Temmuz’da Gelincikler’i “Küçük gelincikler, küçük cehennem alevleri, / Zararınız yok mu?” diye başlar. Bu imge, Ferruhzad’da bir aşığın öpücüğündeki “yanmış gelincikleri” hatırlatır.

Yeşil renk de Ferruhzad için önemli. Ondan sık sık bahseder: “Ey sen, tepeden tırnağa yeşil”, Rüzgâr Bizi Taşıyacak’tan okşayıcı bir dize. Bir başka şiir “Bir yapraktan daha yalnız / kaybolan sevinçlerimin ağırlığıyla / yazın yeşil sularında” diye başlar. İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına’da “Mezarının toprağı hâlâ taze / Yani o iki genç yeşil elin mezarı…” diye yazar. Bahçeye Acıyorum şiiri de renge gönderme ile sona erer: bahçe “yeşil anılardan” boşaltılır. Hiç Kimseye Benzemeyen Biri’nde ise Allah kelimesini haykıran bir neon tabela “şafak kadar yeşildir”. Sonuç olarak, ilk gençlik yıllarında editörlerle yaptığı toplantılardan da anladığımız üzere ellerini boyayan mürekkep bile yeşildi.

 

Yeşil geleneksel olarak bahar, bitkiler, canlılık ve sağlıkla ilişkilendirilebilir, ancak Ferruhzad onu melankoli duygusunu çağrıştırmak için de kullanır. Gray’in “Vahm Sabz” çevirisi “Yeşil Sanrı” başlığını taşır; diğerleri ise “Yeşil Hülya” ya da “Yeşil Terör”ü tercih etmiştir. Feminist eleştirmen ve akademisyen Farzaneh Milani, bu şiirin ilk kıtasını “[Ferruhzad’ın] sanatı için yapmak zorunda kaldığı tüm fedakarlıkların zarif bir ifadesi” olarak alıntılamıştır:

 

Bütün gün aynada ağladım
Bahar penceremi emanet etti
ağaçların yeşil sanrısına
Bedenim artık yalnızlığımın kozasına sığmıyor
ve kağıttan tacımın kokusu
o güneşsiz diyarın havasını kirletmişti.

 

Ferruhzad’ın ikonoklazmının bir bedeli vardı. Oğlunun velayetini kaybetti ve kısa bir süre ilişki yaşadığı bir erkek editör, 1955 yazında ilişkilerini konu alan, üstü örtülü, çirkin bir kısa öykü dizisi yayımladı. O sonbaharda Ferruhzad bir sinir krizi geçirdi ve bir ayını elektroşok tedavisi gördüğü bir psikiyatri kliniğinde geçirdi. Onun otobiyografik eserleri ülkeleri, dilleri ve zaman dilimlerini aşar. “Kağıttan tacımın kokusu” ifadesi alışılmadık ve dikkat çekici bir şekilde rahatsızlık verir- fakat aynı zamanda genelde kadınsı olarak kodlanan bir mutsuzluk türüne belirli bir güzellik hatta haysiyet katar.

Ormancılıkta, ormanın sağlığını korumak için kullanılan kontrollü yangın, bir orman tabanının normal bileşimini oluşturan çalılıkları, ölü ağaçları ve çürüyen dalları planlı bir şekilde yakmak anlamına gelir. Ferruhzad’ın sık sık atıfta bulunduğu karşıt unsurlar -doğanın her zaman dostane olmayan yeşilliği ve alevlerin arındırıcı, yıkıcı gücü- klişeleri, tutuculukları ve geleneğin durgunlaştırıcı etkisini yok eden kendi kontrollü yanıkları olarak işlev görür. Bu süreç şaire karşı her zaman nazik değildi. Ama sonrasında, filizlenme olasılığı vardır.

 

Ölümünden iki yıl önce, 1965’te İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci’ye verdiği bir röportajda Ferruhzad, “Entelektüel, hayatın dışsal gelişimi için çabalamanın yanı sıra manevi ilerleme ve ahlaki meselelerin iyileştirilmesi için çabalayan kişidir. Bu meselelere bakar, onlar hakkında düşünür ve onları kendisi için çözer” der.

 

Kadın ve erkek arasındaki güç farklılıklarına ilişkin düşüncesini her zaman seks ve aşk şiirlerinde yansıtmış olan Ferruhzad’ın 1960’ların başlarındaki işleri, özellikle 1953’te ABD ve İngiltere destekli Başbakan Muhammed Musaddık darbesinin ardından Muhammed Rıza Şah yönetiminde İran’daki siyasi durum kötüleşip aktivistlerin, sanatçıların ve yazarların Şah’a yönelik eleştirileri giderek daha fazla bastırıldıkça, yeni bir siyasi farkındalık ortaya koymaya başladı. Haziran 1963’te Ayetullah Ruhullah Humeyni’nin tutuklanmasının ardından İran’ın dört bir yanında patlak veren ayaklanmalar, huzursuzluklar, kitlesel halk gösterileri ve protestolar, yazarın eserlerinde kendine yer buldu. Ferruhzad, 1964 tarihli “Kırmızı Gül” şiirinde “Kırmızı bir gül büyüyor / kırmızı gül / kırmızı / bir ayaklanmada / bir bayrak gibi” diye yazar. Ölümünden sonra yayımlanan “Senden Sonra” şiirinde ise kızlık masumiyetinin kaybını siyasi masumiyetin kaybıyla eşleştirir: “Senden sonra meydanlara çıktık / ve haykırdık / ‘Yaşasın …’ / ‘Ölüm …'” “Ey Taşı Toprağı Altın Vatan” ise adını Şah dönemindeki milli marştan alıyor ve Tahran’daki günlük yaşamı alaycı bir dille anlatıyor:

 

Zafer!
Kendimi tescil ettirdim
Kendimi bir isimle süsledim, bir kimlik kartında
varlığım bir sayı ile tanımlandı
Tahran’ın 5. bölgesine kayıtlı #678 numaralı sakinine selam olsun!
Artık rahat edebilirim.
Anavatanın şefkatli bağrı
tarihin ihtişamıyla dolu geçmişin emziği
uygarlığın ve kültürün ninnisi
hukukun şıngırtılı oyuncağı

 

Ferruhzad’ın sorduğu gibi, geçmişe ve onun baskıcı biçimlerine saplanıp kalmış bir kültür sevgisi ne işe yarar? Şiirin ilerleyen bölümlerinde, muhafazakâr yapı ile muhafazakâr siyaset arasındaki bu bariz bağ hakkında daha da açık konuşur: “‘Sanat ve Bilim ile Biat ve Dalkavukluk dergilerinin her sayısını okudum / ve ‘Doğru Yazma’ becerisini anladım.”

Yapı ve politika arasındaki bağlara ve ahlaki meselelerin iyileştirilmesine yönelik benzer bir kaygı, tek filmi olan Ev Karadır‘da da (The House Is Black, 1962) kendini gösterir. Çekimleri on iki günden biraz fazla süren yirmi dakikalık deneysel belgesel, İran’ın kuzeydoğusundaki Bababaghi Darülacezesi cüzzamlı kolonisinin şiirsel bir incelemesidir. Cüzzamlılara Yardım Derneği’nin desteklediği projenin yapımcılığını Ferruhzad’ın sevgilisi Ebrahim Golestan tarafından işletilen Golestan Stüdyoları üstlendi. Feurruhzad’ın sesinden şiirler ve Golestan’ın daha gerçekçi tıbbi anlatımıyla cüzzamla yaşayan köylülerin günlük sahnelerini iç içe geçiren film, bir devletin hastalığı ile halkının hastalığı arasındaki ilişki üzerine rahatsız edici bir meditasyondur ve İran Yeni Dalgası’nı başlatan film olarak kabul edilir.

 

Şekli bozulmuş yüzüne bakan bir kadının aynadaki yansımasının yarısının gösterildiği açılış sahnesi sarsıcı; Golestan’ın anlattığı sessiz gerçekler de öyle. Cüzzamın bir yoksulluk hastalığı olduğu, önlenebilir ve erken teşhis edildiğinde tamamen tedavi edilebilir olduğu ifade ediliyor. Çocuklar oynuyor, yüzlerinin ve vücutlarının çoğu sağlam. Sınıfta geçen bir sahnede ise etraflarındaki yetişkinler gibi bir burnunu veya bir kulağını kaybetmiş, uzuvları kütük haline gelmiş öğrenciler var. Bir kutlama -belki de bir düğün- beliriyor. Dua eden bir adam gösterilir. Filmin sonlarına doğru sınıf tekrar görünür ve bir öğretmen kara ve parlak gözlü küçük bir çocuğa “Anne ve babamız olduğu için Tanrı’ya neden şükretmeliyiz?” diye sorar.

 

“Bilmiyorum,” diye yanıtlar çocuk. ” Bende ikisi de yok.”

 

Film dayanılmazdır, kompozisyonu güzeldir ve öfkesinde haklıdır. Ferruhzad’ın yaklaşık olarak aynı dönemde yazdığı Yeniden Doğuş‘un biçimsel olarak modern şiirleri gibi, avangart estetik ile bilinçli sol eğilimli politikanın mükemmel birlikteliği. Ferruhzad’ın kardeşi Amir’in bir röportajda kız kardeşi hakkında söylediklerini akla getiriyor: “[O] yaşadığı yüzyıla ait değildi. Sanki yirmi birinci yüzyılda yaşıyordu. Yüzyıl sonrasına sesleniyordu.”

 

14 Şubat 1967’de Ferruhzad öğle yemeği için annesinin evine gitti. Annesi daha sonra evden ayrılırken Ferruhzad’ın dudaklarının soğuk olduğunu hatırladı; bu, bir kocakarı rivayetine göre yaklaşan ölümün işaretiydi. Annesi kalması için yalvarsa da Ferruhzad güldü ve “Tanrı ne dilerse o olur” diye espri yaptı. Eve dönerken karşıdan gelen bir okul otobüsünden kaçmak için direksiyonu kırdı, arabadan fırladı ve başını kaldırıma çarptı. Oracıkta öldü.

 

Cenazesi sırasında kar yağdı. İran’ın entelektüelleri Ferruhzad’ın ailesi ve yüzlerce hayranının yanında toplandı. On yıl sonra, 1979 devrimini takiben, yeni İslami hükümet onun kitaplarını yasakladı. Ama şiir kitabı kolay ölmez. Şiirlerin okuyucular arasında atan kendi nabızları vardır. Ferruhzad öldü ama sözcükleri hâlâ sayfalarda yanık izleri bırakıyor.