değiniler

FATMA NUR TÜRK

 

B’nin istemediği ev / Varyant

Ferah Doğan’ın Eylül 2019’da, Arter’deki İnci Furni ‘bir an için durdu’ sergisine paralel olarak basılan ve Arter Kütüphane’den dağıtılan bir şiir fanzini var: Varyant. On altı şiirden oluşuyor, 40 sayfa ve şiirlerin tamamı Ferah Doğan’a ait. 

Değinmek istediğim şiire geçmeden Varyant’a dair bir şeyler söylemek gerekirse, öncelikle Ferah Doğan’ın bulduğu, seçtiği, düşündüğü konulara ve kurduğu tekniğe bakarak işlek zihinli, şiire mesai harcayan bir şair olduğunu belirterek başlamalıyım. Doğan, şiirlerinde bir şaşkınlık ve merak duygusu eşliğinde insanları, duyguları, nesneleri ve hayatı çocuklara özgü diyebileceğimiz sıra dışı bir sorgulamayla ele alıyor. İçsel ya da çevresel uyaranlara karşı bilinçli bir bilişsel uyumsuzluk, paradoks, çatışma, kararsızlık ve aynı zamanda tuhaf bir sakinlik… Şairin dünyası (hem somut hem soyut), şiirinden bağımsız değil. Konuşma dilinden soğurulmuş kelime ve cümleler, düşünsel monologlar, şiirine karakteristik bir özellik katan tekrar ve çeşitlemeler, ilginç çağrışımlar, somutlamalar dikkat çekici. 

B’nin istemediği ev fenomenolojik bir şiir ve Varyant’ın ilk şiiri.

 

Giriş dizeleri şunlar:

 

Dışarıyı kapsayan bir içerisi. İçeriyi kapsayan bir dışarısı.

İçeriyi dışlayan bir dışarısı. Dışarıyı dışlayan bir içerisi.

B yapıyordu bunu.

Çok fark etmeyecek bir değeri değiştirip duruyordu.

Çok fark etmeyecek, fark yaratmayacak bir değeri 

Değiştirip durduğumuzda neyle uğraşmış oluruz?

Neyi değiştirip durmak örneğin?

Günün hangi saati olduğunu. Çalan müziği. Üzerindeki kazağı.

Neyi değiştirip durmak? Bir sıfatı.

Değişmeyen bir duyguyla oynayıp durmak.

Sürekli dürtüklemek bir duyguyu ama ondan başka bir şey yapamamak.

Başka bir şeye çevirememek.

 

Doğan, ne B’nin kim olduğunu ne de içeri ve dışarıyla kastettiği mekânların tam olarak neresi olduğunu belirtmiş. Yalnızca B’nin “çok fark etmeyecek bir değeri değiştirip durduğunu” biliyoruz. Sonrasında da şairin “değer”den yola çıktığı çağrışım pratiğinin “değişim”e doğru tümevarımını görüyoruz. Kişiden kişiye değişmeyen bir deneyim olarak kazak değiştirmek, çalan müziği değiştirmek… Fakat duygular? Değiştiremeyeceği başından belli bir duygudan kurtulmaya çalışanın şairin kendisi olduğunu seziyoruz. Son üç dizede 1. çoğul şahıstan 1. tekil şahısa geçiş sezdiriliyor. Zamanı değiştirmek ile üzerindeki kazağı değiştirmek karşısında özne aynı konumda, aynı kabiliyettedir. “Bir sıfatı” değiştirmek de sadece dil evreninde bir fark yaratacak, nesnelerin dünyasına etkimeyecektir. Zaman ve dil gibi soyut sistemler ile evin somutluğu bir karşıtlık yaratmaz. Aksine bunlar bir arada öznenin değişmezlik karşısındaki teslimiyetini doğurur. Zaman, dil ve varlık; özne hangisinin kapısını çalarsa çalsın sonuç değişmez: değişmezlik. 

 

Sonraki dizeler:

 

Bu evin içinde zaman değişmeyecek.

Evin içinde dolaşıp duran hava değişmeyecek.

Sehpa, halı, döşeme tahtaları, yatağın yeri, gece, yastık, baktığım şeyler değişmeyecek.

Değişse bile değişmeyecek.

 

“Bu ev” ile “içerisi”ni ve o içerinin şairin yaşadığı ev olduğunu öğreniyoruz. Ev, bir mikro kozmos olarak matrix benzeri bir yanılsama yaratıyor: “Bu evin içinde zaman değişmeyecek”. 

Doğan’ın “bu ev” dediği andan itibaren bize açtığı ev, artık sadece bir özel mülkiyet alanı değil. Bachelard, şiirdeki ev imgelerini fenomenolojik bir temelde ele alarak farklı kavramsal çerçevelerde incelenebilir olmakla birlikte evin, insanın varoluşunun bir topografyası olduğunu belirtir. Bu görüşü doğrulayan bir bağlantı var dizeler arasında. Şairin duyguları değişmiyorsa; sehpa, halı, yastık vb de değişmez. Değişse bile değişmez. Ev hepsini şairle işbirliği içinde yutar, yutarak genişler ve sabitlenir:

 

Koltuğu biraz kımıldatsam, yeni bir koltuk alsam,

Pervaneyi dışarı çıkarsam,

Dışardan içeriye yeni bir şey taşısam da değişmeyecek.

Eşyalar hemen yeni yerlerine alışacak, oraya yayılacak, dağılacaklar.

Evin değişmez yanına teslim olacaklar.

Masif, değişmez, taşınmaz olarak eklenecekler buraya.

 

Blok olarak duran,

kımıldamayan bir zaman kurdum burada demek ki.

 

Şiirin devamında bir dizede 

bir insan ya da insanlar bir süre için başka bir değişmeze çevirebilirler burayı

diyor Ferah Doğan fakat ilerleyen dizelerde şunu da ekliyor: 

 

Ama insanlar çıktığında,

Ben yine her şeye, eşyalara, eve kaydedeceğim

kendimi.

 

Şiirin sonunda havaya dağılan, koltuğa karışan, eşyanın sakin doğasına akan özneyle karşılaşırız. Eşyanın sakin doğasına ekranın da dahil edilmesi ilginçtir. Çünkü genelde ekrana, farklı bir gerçeklik düzeyinden ve gerçeğin temsili görünümlerinden aşinayız. Bu şiirde ise ekran, bir koltuk kadar, bir yatak örtüsü kadar olağan karşılanmıştır.

 

 

nasıl mıyım silvia?  

http://www.petroleus.org/nasil-miyim-silvia-elvin-eroglu/

 

Elvin Eroğlu’nun İzmir depreminin hemen ertesinde, petroleus online şiir dergisi’nde yayımlanan şiirinin adı bu. Bir iç dökme şiiri. Aslında, Eroğlu’nun yayımlanan şiirlerinde dikkat ettiğim ilk unsur bu iç döküş hali. Anlatıp rahatlama, bir tür tutsaklıktan kurtulma isteği. 

Amerikan şiirinde özellikle şair kadınlar için önemli bir hareket alanı açan ve etkisi bugün de devam eden itirafçı şiirde (confessional poetry); şairin, kendi yaşamından birçok ögeye (çocukluk, travmalar vb) şiirlerinde sıklıkla yer verdiğini, kişisel olanı şiire taşıdığını; şiiri, öznel deneyiminden ayırmadığını görürürüz. Sylvia Plath, Anne Sexton, Robert Lowell bu tarz şiir yazan şairlerden ilk aklıma gelen isimler mesela. Elvin Eroğlu’nun imgenin cazibesine kapılmadan bir itirafçı şiir yazdığını düşünüyorum ve bu bakımdan onun şiirini Anne Sexton’ın şiirine daha yakın buluyorum. Dergilerde okuduğum çeşitli şiirlerinde, Eroğlu’nun düşlemlerini ve duygulanımlarını şiire cesaretle aktardığını ve kişisel deneyimlerini otosansür uygulamadan paylaştığını fark ediyorum. 

Çocukluğu, çocukluk nesnelerini, anne ve baba figürünü, bunlara ilişkin birtakım travmaları okuyoruz nasıl mıyım silvia şiirinde. Etrafını kuşatan nesnelerden, hapsolduğu bedenden, ağırlık yaratan duygulardan kurtulup özgürleşmeye çalışan bir özne görüyoruz. Başka bir coğrafyada yaşadığını anladığımız Silvia’nın “nasılsın” sorusuna asıl vermek istediği cevabı verememesi onun için biriken son damla oluyor belki de. Açılmayan tüm konular çeşitleniyor: aklıma gelene atlamak istiyorum diyor Eroğlu. Şimdi ve geçmiş arasında çizilen zikzaklarla devam ediyor şiir; bilinçdışında bekleyen, bastırılan, yüzeye kolay kolay çıkmasına fırsat verilmeyen görüntülerle. Şairin kendisiyle ve adeta çevresel determinizmin sebep olduğu bir aidiyet kriziyle yüzleşmesine tanık oluyoruz.

Mesela şu dizeleri okuduktan sonra:

burada, İzmir’de deprem oldu

apartmanlar yıkıldı 

insanlar, hayvanlar, eşyalar enkaz altında kaldı

kader diyor kimileri o apartmanların yıkılmasına 

kader bu değil ki

bir gün enkazın altında kalacağını bilmesine rağmen 

o apartmanlarda yaşamak zorunda olanlarınki kader.

benim yaşadığım yerde kader 

denize girse boğulur 

ateşle oynasa yanar

kaderin talihi yok bahtı kara.

bi’de burada insanlar çocuklarının adını kader koyuyor

ben hiç mutlu bir çocukluğu olmuş kader tanımıyorum

kader dediğin kasvetli şey bu yerde

… 

 

Bir soru takılıyor aklıma. Acaba bu coğrafyada yaşanan doğal afetlerin yol açtığı birtakım sosyokültürel, ekonomik, politik ve psikolojik yansımalar, Silvia’nın coğrafyasında yaşanan doğal afetlerin yol açtığı yansımalardan ne kadar farklı? Deprem haberini veren Silvia olsaydı, kendi coğrafyasına özgü vurgulayacağı bir “kader” olgusu söz konusu olacak mıydı?

 

Mendilimde Kan Sesleri şiirinde “Ah güzel Ahmet Abim benim / insan yaşadığı yere benzer” demişti Edip Cansever de. Eroğlu şunu da ekliyor: yaşadığı yer gibi hisseder. Mekânın uzayda yer kapladığı gibi “mekân fikri” de zihinde yer kaplar. Özellikle şairlerin zihninde. Bir şairin düşünme-direnme biçimini, aidiyet duygusunu ve nasıl yazdığını şekillendirir mekân. 

 

Şiirde son zikzak çocukluğa varıyor:

 

çocukken babamın bana aldığı hatırladığım ilk hediye 

porselen, boyumdan biraz kısa bir bebekti.

neden çocuğa kırılacak şey alıyorsun ki,

insan çocuğa bi’saniyede kırabileceği bir hediye alır mı?

alsana plastik barbie bebek

n’apayım?

anneannemin porselen takımının yanına vitrine mi koyayım?

kırıldı tabii ki ilk haftasında porselen bebek 

yüzü yok oldu.

şimdi bu bir hikaye, dramatize edersen travmatik olur

etmezsen bu bir hikaye işte

gülersin

 

Bir kitap toplamına ulaşmadan konuşmak erken olsa da, Elvin Eroğlu’nun şiirinde bir özgürlük ve serbestlik arayışının izleri sürülebilir diye düşünüyorum. Hem tabii hem sarsıcı. Okuru ajite etmeden; neyi, ne ölçüde ve nasıl anlatmak istediğini bilen bir şiir yazıyor Eroğlu.

 

120.000 yıl sonra / insandan sonra

 

Cahit Sıtkı Tarancı’nının “her mihnet kabulüm / yeter ki gün eksilmesin penceremden” dizelerini yazdığı zaman dilimine bakarsak, şairin yaşama ve sahip olduklarına daha sıkı bağlanmak istemesinin bir tesadüf olmadığını fark ederiz. O döneme baktığımızda şairler, yazarlar ve sanatçılar arasında dalga dalga yayılan Varoluşçuluk düşüncesi, İkinci Dünya Savaşı ve bu savaşla birlikte insanların daha önceden şikayet ettikleri tüm sorunların önüne geçen bir “ölüm” gerçeğiyle karşılaşırız. 

 

Yaklaşık bir yıl önce hiç beklemediğimiz bir anda hayatımıza girdi Covid-19. Her gün açıklanan (ve açıklanmayan) vaka ve ölüm verileri paranoyaya ve duygu durumsal çöküntüye neden oldu. Her birimizin bu süreçten travmatik olarak etkilenmesi farklı yönlerde ve şiddette olsa da, insanlık için “ölüm” düşüncesi (zamanın ruhu ne kadar değişirse değişsin), bir kez daha şikayet ettiği tüm sorunların önüne geçti. Karantinayla birlikte “ev”, kişisel bir güvenlik duygusunun somut karşılığı olmaktan çıkıp politik bir kavram olarak ulusal ve hatta küresel güvenliğin nesnesi haline geldi; adeta mecburi bir Simeranya (Yalnızız), zoraki bir O Belde (Hâşim), fazla yakın bir Yeni Zelanda’ya (Servet-i Fünûn) dönüştü.

 

Selcan Peksan’ın Ekim 2020’de Nod Yayınları’ndan çıkan 24 sayfalık şiir kitabı İnsandan Sonra’da karantina sürecinin yaşandığı “ev”in, içindeki eşyalarla birlikte, anıları, geçmiş zaman dilimlerini, iç hesaplaşma ve yüzleşmeleri içeren; şaire geçmiş, bugün ve gelecek arasında muhasebe yaptıran bir yüzleşme mekânı haline geldiğini anlıyoruz.

Aynı zamanda Peksan, bir ayağını insanlık tarihinin başlangıç noktasında sabitlerken diğer ayağını da insanlık tarihinin bitiş noktasında sabitliyor. Antik Çağ’daki Rodos Heykeli’nin bacakları arasından geçen gemiler gibi zaman (tarihsel arka plan içinde ekonomisiyle, politikasıyla, bilimiyle, medeniyetiyle, doğasıyla) geçip gidiyor. Peksan, bu akıştan başından beri haberdar. Bacakları arasından geçip giden gemileri gördü. Yaklaşan gemileri de görüyor. Ve bu sahip olduğu geçmiş, şimdi ve gelecek zaman bilgisiyle sabitlendiği yerden ayrılamaması, hareket imkanının doğmaması, şairin “zaman”a karşı hissizleşmesine sebep oluyor. 120.000 yıl sonra şiirinde daha bir anlaşılır bu hissizleşme. Peksan’ın zihni her şeyi kaydediyor, bir vakanüvis gibi. Bu kayıtlarda toplumların ve doğanın ödediği büyük bedeller de henüz sıcak insanlık tarihinin tüm haklı protestoları da. Sanki birer dakika arayla gerçekleşti bütün yaşananlar, sanki tek bir gün veya bir “an” içine sığdı tüm tarihsel süreçler. Hem belleğin tarihle kurduğu çatışmalı ilişkiyi hem de kolektif belleğin olan bitene karşı bir tür sessiz, kayıt dışı protestosunu yansıtan bir şiir.


İnsanlık tarihinin tüm haklı protestoları

Göçler, savaşlar, tükenen maden rezervleri

İnsanlık tarihinin tüm haklı protestoları

Paris komünü ve Gezi direnişi

İnsanlık tarihinin tüm haklı protestoları

Dijital kapitalizm ve yabancılaşma ölçeği

İnsanlık tarihinin tüm haklı protestoları

 

Alıcıların yokluğunda tüm mesajlar hissizleşir.

 

Ayrımına varmadan kendimizi içinde yaşar bulduğumuz bir gerçek var artık: hasarın geri dönüşü yok. Doğayı talan eden insan da kurtulamayacak hasardan. İnsandan Sonra, bu geri dönüşü olmayan gerçeğin insanın sonunu hazırladığını fısıldarken belgesel dilini gündelik dille harmanlıyor. Kişisel notlar, yaşantı izlekleri, rüya kayıtları, bilimsel ve dijital kayıtlar vs. hepsi tekniğe sızıyor. Tek bir şiir olarak da okunabilecek insandan sonra’da farklı düşünme biçimlerine rastlıyoruz ve bir fikrin nasıl geliştirilip konseptual bir şiir kitabı oluşturabileceğine dair birtakım ipuçları görüyoruz.