kafa, kalp
sevinç çalhanoğlu
Günlerce aylarca şiirden kaçtım
Gümüş tilkim mavi sincabımdı kovaladı beni
Işığı önüme düştü yansıdı balkıdı
Dokundu okşadı, ayağımı çeldi yolumu gözledi[1]
Kafa, Kalp
Naneli şekerleme şirketine mektup, İnekler, Rahatım gayet yerinde ama biraz daha rahat edebilirdim, Foklar, Vakfa mektup, Evdeki nesnelerin dili, İlgilenmiyorum ve Yerel ölüm ilanları gibi çok sevdiğim öykülerin sahibi Lydia Davis’le ev arkadaşımın önerisi üzerine tanışmıştım. Dört kadın beraber yaşadığımız o sıra, her birimiz elimizde bir Davis kitabıyla evin farklı köşelerinde takılır bulmuştuk kendimizi. Okuduğumuz öykülerin bize tanıdık gelen yanlarını sigara molalarında paylaşmak üzere ayırır, okunan birkaç öykünün ardından yüzümüze yerleşen tebessümle akşam yemeğini hazırlamaya koyulurduk.
Abartmayayım. Bu toplaşma hali dört ya da beş kez olmuştur, ama doğru bir zamanda yaşandığından etkisi uzun süre devam etti diyebilirim. O dönem şiir okumaktan uzaklaşmıştım. Yazdıklarımı ve yazma biçimimi sorguluyordum. Davis’le beraber olabildiğince öykü okumaya başladım. Yazdığım şiirler öyküleşmeye başladı. Yepyeni bir türün içine girmenin heyecanı sarmıştı ve şiir yazmakta güçlük çekiyordum. Bir süre şiir yazmasam olur dedim. Gerçekle kurgunun rahatça içiçe geçebilmesine ihtiyacım vardı. Davis’in basit dilinden, yarı gerçekçi öykücülüğünden etkilenmiştim. İstediği şeylerin istediği gibi olmamasına, ineklerin ne sıklıkta kafalarını kaldırıp etrafa baktığına, Noel zamanı aldığı nane şekeri paketinin üzerindeki samimiyetsiz uyarıya, babası ve kardeşinin ölümünden sonra annesinin medyuma başvurmasına, kardeşinden kalan fok şeklindeki buzluğa, ders anlatırken yaşadığı tıkanıklıklara, hangi balıklardan uzak durması gerektiğine, alamadığı burs parasıyla yapmak istediklerine dair yazmış olmasını kıskanmıştım. Bir süre günlüklerimde onun dilini taklit ederek başıma gelen gündelik bir olayı yazmayı denedim. Çünkü Lydiavari şeyler her gün yaşanıyor ama uçup gidiyordu. Onların kimisini yakalayıp, seçip yazmak güzel bir egzersize dönüşmüştü. Bana iyi geliyordu ve bunun edebi bir değerinin olup olmamasına takılmıyordum. Amacım, kaygılarımı irdelerken alaycı bir tavır takınabilmeyi becerebilmekti. Bunu ona tanıştığımızda söylemedim. Sıradan bir hayran izlenimi uyandırmamaya gayret ettim. Onun da muzdarip olduğu haşimato hastalığı hakkında laflamayı daha uygun bulmuş olmalıyım ki kaç miligram Euthyrox kullandığını sordum. Gülümsedi. Ona şair olduğumu, onun öykülerini okuduktan sonra kendi şiir dilime dönmekte zorlandığımı söylemedim. Bunun iyi duyulup duyulmayacağından emin değildim. Çekindim. Yerine, ev arkadaşlarımla geçirdiğimiz Lydia-dolu günlerden bahsedemesem de; Türkiye’deki okuyucularından, kitaplarının Türkçe çevirilerinin çok iyi olduğundan bahsettim. Hoşuna gitti, üstelik o akşam yılın en iyi çeviri ödüllerini (Fransızca’dan İngilizce’ye) takdim etmek üzere orada bulunuyordu. Konuyu onun kitaplarının çevirisine getirmekle iyi yapmıştım fakat üzerine ne ekleyeceğimi bilmediğimden, aceleci bir tavra bürünerek bir anda yanından ayrıldım.
Dört kadın beraber yaşadığımız evde değilim artık. Hepimiz dünyanın farklı yerlerine dağıldık. Telaş içinde oradan oraya taşınırken, başka tanışıklıklar edindim ve fark etmeden olacak, Davis’e olan ilgimi yitirdim. Derken, bir gün misafir olduğum evde bir dergiye denk geldim.[2] The art of Fiction bölümünde 2013 yılında yapılan Lydia Davis söyleşisi vardı. Merakla okumaya koyuldum, okudukça içimi garip bir his sardı. Çok iyi tanıdığım birini, iyi tanımanın şaşkınlığı ile dinliyor gibiydim. Bir kazının sevincini paylaşır gibi arkadaşlarıma dergiden fotoğraflar çekip yolladım. Söyleşide, çocukluğunda okuduğu kitaplardan, yazma alışkanlığından, hiçbir zaman bu yazmaya değer mi diye düşünmediğinden, bir cümlenin en sade haline erişebilmek için geçirdiği saatlerden bahsediyordu. Onu neden sevdiğimi hatırladım. Bir rüya ya da arkadaşımın anlattığı bir hikaye, bunların hepsi bir bakıma buluntu malzeme. İyi bir hikayeye dönüşebilecek bir e-mail alırsam, o da buluntu sayılır. Ve ben buluntu malzemeyle oynamaktan keyif alan biriyim. Başkalarının hikayelerindeki basit bir cümlenin güzelliği, illa bir amaca hizmet edeceği için değil, kendi başına bir malzeme olduğu için dokunaklı ve ilginç geliyor.
Söyleşiyi yapan kişi bir tane hikayeye yakından bakmak üzere alıntılıyor:
Head, Heart
Heart weeps.
Head tries to help heart.
Head tells heart how it is, again:
You will lose the ones you love. They will all go. But even the earth will go, someday.
Heart feels better, then.
But he words of head do not remain long in the ears of the heart.
Heart is so new to this.
I want them back, says heart.
Head is all heart has.
Help, head. Help heart.
Bu hikayeye ilk kez denk gelmiştim. Yoksa okumuş ve unutmuş muydum? Daha kötüsü, şiire tamamen kapalı olduğum bir dönemde bu yazıyı atlamış olabilirdim. İnsan her okuduğunun hemen içine girebilecek ve onu değerlendirebilecek ayıklığa her zaman sahip olmuyor. Bazı yazıların okuru bulduğu zayıf anlar var. Bazı keskin anlar. Şiirlerin zamanı var. Hem yazabilmemiz, hem okuyabilmemiz için. Ayrı ayrı zamanlar.
Yasımı ifade etmeye çalışırken, yazmak istediğim bir şiirdi. Ne bir hikaye, ne bir konuşma olsun istedim. Bir damıtma, hatta konuşamama halinin kendisi olmalıydı. Fakat ben bir şair değilim, dolayısıyla oturup şiir yazmak çok zordu. Yazmak istediğim şey çok kişiseldi ve ben o düşüncelerin çok yakınındaydım. Şimdi bunun hakkında böylesi konuşmak bile tuhaf geliyor, o zaman yazmak istediğimi bilsem de, onu dışarıdaki dünyayla paylaşmaya hazır değildim. Yine de yazdım, bitirdim ve kenara koydum. Ancak yıllar geçince ve oradaki duygulardan biraz uzaklaşınca bu kadar özel bir şeyin görünür olmasına razı oldum. Hatta ona dokunabildim. Yazdığım ilk versiyon daha kendiyle konuşur bir haldeydi. ‘Kalp örselenmiş’ ya da ‘Kalbin çözmekte zorlandığı birtakım sorunlar var’ diye başlıyordu. Bu çok uzun geldi. Onu ‘Kalp ağlıyor’’a çevirdim. Sonda da birkaç değişiklik yaptım. Önce içinden nasıl çıkacağımı bilemedim ama virgül imdadıma yetişti. Can alıcı virgül! Kafaya emredebiliyor. Virgülsüz de emredebilirdim ama tekrarlar önemini yitirirdi. O küçücük virgül böyle büyük bir fark yaratıyor.
Akıl, Yürek[3]
Yürek ağlıyor.
Akıl yüreğe yardım etmeye çalışıyor.
Akıl yüreğe bu işlerin nasıl yürüdüğünü anlatıyor, tekrar:
Sevdiklerini kaybedeceksin. Hepsi gidecek. Dünya bile bir gün yok olacak.
Yürek o zaman kendini daha iyi hissediyor.
Ama aklın sözleri yüreğin kulağına küpe olmuyor.
Yürek bu işlerde çok yeni.
Geri istiyorum onları, diyor yürek.
Yüreğin akıldan başka kimsesi yok.
Yardım et, akıl. Yardım et yüreğe.