şair marilyn*
ÇEV: FATMA NUR TÜRK – SELCAN PEKSAN
“Çocukken bana ay’ın ne /olduğunu söylemeleri iyi oldu” diyor şiirinin bir dizesinde Marilyn Monroe.
“İyi ki de çocukken söylediler / çünkü şimdi anlayamıyorum.”
Manhattan’da bir gece taksi yolculuğunu anlatan isimsiz şiir, East River ile Pepsi-Cola tabelası arasındaki şehir manzarasında geçiyor, fakat bize “Bu şeylere bakmıyorum. / Sevgilimi arıyorum.” diyor. Ay, yetişkin deneyiminin karmaşasını sembolize eder hale geliyor. Eskiden anladığımın çok daha azını anladığımı hissettiğimde bu satırları kendime hatırlatıyorum.
Şair Marilyn, tanıdığım ilk Marilyn’di. Onun gibi ben de popüler kültürü neredeyse yasaklayan katı bir Pentekostal çevrede büyüdüm, ama onun aksine, yasaklardan kurtulduktan sonra kendimi filmlere kaptırmadım. “Marilyn Monroe”yu duymuş olsam da, bir kitapçıda Fragmanlar: Marilyn Monroe’nun Şiirleri, Özel Notları, Mektupları (Fragments: Poems, Intimate Notes, Letters by Marilyn Monroe) ile karşılaştığımda henüz hiçbir filmini izlememiştim.
Pek çok kişi gibi ben de onun görüntüsünün cazibesine – benim için daima yasak bir şeye- kapıldım: Kanepede oturmuş, kucağındaki siyah defterinden başını kaldırıp uzaklara bakıp kalmış gibi görünen Marilyn Monroe. Suratındaki ifade, dikkat dağınıklığının endişe mi yoksa zevk kaynağı mı olduğuna henüz karar vermediğini gösteriyor. Sürdüğü mercan rengi ruju ve giydiği siyah balıkçı yakasıyla güzel, kitap kurdu bir kadın. Habersiz çekilmiş gibi görünen bu fotoğraf aslında foto muhabiri Alfred Eisenstaedt’in Life dergisi için 1953’te çektiği seriden bir fotoğraf. O zamanlar yirmi altı yaşında olan Marilyn, beyzbol yıldızı Joe DiMaggio ile çıkmaya başlamasının ardından iyice ünlü olmuştu. Yıllar önce bir takvime çıplak poz verdiği (ve bundan utanç duymadığı) o sıralar açığa çıkmıştı ve McCarthy Amerikası’nda da bir skandala dönüşmüştü. Seks sembolünün kitaplar arasındaki Life portreleri, dergi okurlarının, bir arzu nesnesine üstten bakma ve okuyabildiğini sanan bu “aptal sarışına” gülme isteklerine oynuyor. (Ne de olsa arzu, istemsiz bir boyun eğme halidir ve genellikle sonrasında hınca yol açar.) Marilyn, her zaman olduğu gibi görüntülerin yayınlanmadan onayından geçmesinde ısrar etmişti; fotoğrafların negatiflerinde kırmızı kalemle işaretlemeleri var. Ve bu fotoğrafta, başkaları nasıl bir amaç peşinde olurlarsa olsunlar, ben onun kendi şahsiyetini yaratmayı düşündüğünü de görüyorum.
Marilyn Monroe’nin şiirleri, kitabının adından da anlaşılacağı üzere çoğunlukla parça parçadır. İlk taslaklarının üzerinden nadiren geçilmiştir ancak tema ve motifler, sonradan düzenlenmiş gibi kendilerini tekrar eder. Şiirleri not defterlerine ve içinde filmlerinden, şarkı isim ve listelerinden diyalogların olduğu, endişelerinin dışavurumlarını, gerçek olayları ve hayallerini de yazdığı karalama kağıtlarına yazılmıştır. Tıpkı psikanaliz ile uğraştığı ve aktörlerin oynadıkları karakterlere tamamen bürünebilmek için kendi duygu ve düşüncelerinin derinlerine inmelerini gerektiren “metodun” tartışmalı savunucularından olan Lee Strasberg’in derslerinde geçirdiği yıllarda aldığı notlar gibi bazen şiir gibi görünen satırlar aslında şiir değildir. Marilyn bazı sayfaları özenle doldurmuştur; içerik kırmızı satır çizgisinden başlar, fakat sıklıkla şiirler ve notlar sayfalarda birbirine girmiştir, yanlış yazılan kelimelerin üzeri karalanmıştır ve cümleler birbirine ok işareti ile bağlanmıştır. Dizeler çoğunlukla sayfanın bittiği yerde bittiği için de nerede kesilmeleri gerektiği ya da kesilmelerinin gerekli olup olmadığı her zaman açık ve net değildir. Marilyn’in arkadaşı olması ile üne kavuşmuş şair Norman Rosten’e göre Marilyn, bir şairin içgüdü ve reflekslerine sahiptir, ancak kontrolden yoksundur.
Marilyn ilk kocasıyla evlenince liseyi bıraktı ve ondan sonra UCLA’da sürekli eğitim kapsamında aldığı edebiyat dersi dışında formal eğitim görmedi. Ancak, kendini plansız programsız da olsa yetiştirmeye azmetmiş biriydi, Los Angeles’ta şu an kapanmış olan bir kitapçıya gidip kitaplara göz gezdirir, hangisi ilgisini çekerse onu alırdı. (ör. Rilke’nin “Genç Bir Şaire Mektuplar” kitabı). Üçüncü kocası olan oyun yazarı Arthur Miller, Marilyn’in Colette’e ait Chéri kitabı ve birkaç hikaye dışında bu kitapların hiçbirini bitirmediğini iddia etse de başkaları bu görüşe karşı çıkıyor. Marilyn, Karamazov Kardeşler’e olan aşkını dile getirmiş ve romandaki ana kadın karakter Grushenka’yı oynama arzusunu belirtmiştir. Kütüphanesinde ise D.H. Lawrence, Emily Dickinson ve Yuan Mei’nin şiir derlemeleri ile Afro-amerikan şiir antolojisinin de yer aldığı 400’den fazla kitap bulunuyordu.
Formal eğitiminin eksik olmasından dolayı kendini güvensiz hissetmekle birlikte, Marilyn, yine de aptal olarak görülmesine içerlemişti. Arthur Miller’ın bazı entelektüel arkadaşlarının ona “beyni olmayan, küçük ve aptal bir cinsel objeymiş gibi davranmalarından ve onunla konuşurken geri zekalı bir öğrenciyle konuşan lise müdürü gibi üslup takınmalarından” yakınmıştır. Yazdıklarının şiir türüne uyumu, tabiri caizse sadece dinleyerek edinilebilecek sezgisel bir durumun ötesinde olduğu için ben Marilyn’in onların sandığından çok daha fazla okuduğu görüşüne yakınım. Evet, dizelerindeki tercihler çok acemice ve bazen tasvirleri çok klişe, ama yerine göre öyle bir parıltı sunuyor ki ve ben bu tuhaflığı daha başlamadan bitmiş gibi değil de ucu açık bırakılmış gibi hissettiren şiir tarzıyla ilişkilendiriyorum. Bu, sonunun hiçbir yere bağlanmaması riskini taşıyan, ancak başarı sağlarsa da hem okuyucuyu hem de şairin kendini şaşırtacak bir şiir tarzı.
***
2016’da New York City’den Polonya’ya taşındığımda dört yüzü aşkın kitabımı depoya yerleştirdim. Benimle Atlantik’i geçen az sayıda kitap arasında Fragmanlar (Fragments) da vardı. Araştırmam için kullanışlı değildi, hele taşınabilir hiç değildi. Ama arada bir Marilyn’in düşüncelerine göz atmak istiyordum. Arada bir de, beni etkileyen ve ilk görüşte aşık olduğum iki şiire tekrar dönmek istiyordum. Varşova’daki ilk dairemde, Marilyn’in kitabı önceki kiracıdan kalan Madame Bovary’nin Fransızca bir nüshasının yanında duruyordu (ayrıca Marilyn’in kütüphanesinde de vardı bu nüsha).
Marilyn’in çok sevdiğim bu iki şiirinden ilki, intihara meyilli bir zihnin nasıl öleceği sorununu çözme girişimini dramatize ediyor. El yazısıyla yazılmış, düzyazı bir şiire benziyor:
Ah kahretsin keşke ölsem—tamamen yok olsam—buradan ve her yerden
çekip gitsem—ama nasıl giderim—Köprüler hep vardır—Brooklyn Köprüsü Ama
ben o köprüyü seviyorum (oradan her şey çok güzel görünüyor ve gökyüzü apaçık )
altındaki o araba çılgınlığına rağmen orada yürümek huzur veriyor. Yani başka bir
köprü de olabilir—çirkin ve manzarasız—ama bütün köprüleri seviyorum zaten—
onlarda bir şey var ve ayrıca hiç çirkin bir köprü görmedim ben.
Şiir, en başından beri hummalı bir telaş arz eder. Ölmek için bir yöntem arayan şair, yaşamını sürdürecek olan şeye rastlar: Varoluşsal bir sorun haline gelen köprü – daha doğrusu varoluşu sürdürecek bir sorun. Brooklyn Köprüsü’nü eledikten sonra, kara mizahi bir pragmatizmle “başka” bir köprüye karar verir. Ancak bu dünyanın ayrıntılarına odaklanması onu yaşama geri döndürür. Sonunda, ölme arzusunu yenip yenemediğini bilmiyoruz fakat intihar eyleminin, ikircikli pratiği yüzünden ve dünyanın basit güzellikleri tarafından engellendiğini görüyoruz. Marilyn bize doğru söylüyor: bazen bizi köprülerden atlamaktan alıkoyan tek şey köprülerin “bir şeyler olduğu” gerçeğidir.
Bu şiirin meselesini Marilyn’in malum depresif dönemleriyle ilişkilendirmek doğaldır (“Bir kere denedim,” demişti intiharı kastederek gazeteci William J. Weatherby’e “ve işe yaramadığı için biraz hayal kırıklığına uğradım.”) Ancak en azından ara sıra var olmamayı dilemesinin bir başka nedeni de hiper-görünürlük deneyimi olabilirdi. Weatherby’ye “Ben çocukken dünya genellikle çok acımasız bir yer gibi görünüyordu. Oyunlar aracılığıyla dünyadan kaçmayı ve hayal kurmayı severdim. Bunu bir aktris olarak daha da iyi yapabilirsin ama bazen tamamen uzaklaşıyorsun ve insanlar asla geri dönmene izin vermiyor.” demişti. Şöhretle ilgili şikayeti ilk bakışta göründüğünden daha karmaşıktır: Marilyn için şöhret tuzağı gelip geçici değildir. Aksine, kaçış yolu bir çıkmaz sokak olarak ortaya çıktığında, geri dönüş yolunu yine o tuzakta bulur.
Arthur Miller, sıkıcı anı kitabındaki tek iyi cümlede, Marilyn’den “üstünü başını çekiştiren bir kalabalığa şiir okumaya çalışan bir köşe başı şairi” olarak bahsediyor. Miller’ın metaforu, belki de kasıtlı olarak, çılgına dönmüş hayranlarının bir havaalanında korumalar müdahale edene kadar Marilyn’in kıyafetlerini parçalayıp saçlarını yoldukları günü hatırlatıyor. Bunu ilk okuduğumda, aklımda kalan görüntü “köşe başı şairi” olmuştu. O sözlerdeki şiddeti ancak kitabı bir daha okuduğum zaman fark ettim.
***
Hayat—
Ben senin iki yönündeyim
Bir şekilde, en uzun süre
aşağı doğru asılı kalmış
ama bir örümcek ağı kadar güçlüyüm
rüzgârda— pırıl pırıl soğuk çiğ taneleriyle daha bir ‘var’ım.
Ama damlacıklardan sızan ışık hüzmelerim,
gördüğüm bir tablodaki renklere benziyor —ah hayat, onlar
seni aldattılar.
Bu şiir, Marilyn’in en çarpıcı şiirlerinden biri, benim de favorim. Vurgulu tire ve kalın punto kesme işareti kullanımları Emily Dickinson’ı anımsatıyor. “Hayat” soyutlamasını en azından bu şiir bağlamında, mümkün bir muhatap şeklinde ortaya koyuyor, şiire potansiyel olarak ritüel bir anlam kazandırıyor. Cansız güçlere doğrudan hitap, Jonathan Culler’in Söz Kuramı (Theory of the Lyric) adlı kitabında belirttiği gibi, şiirin dışında pek bulunmaz ve onu kullanan kişiyi şiirsel geleneğe bağlar: “sanki her biri rüzgâra, çiçeklere, dağlara, tanrılara, sevilenlere atıfta bulunuyormuş; daha önceki şiirsel çağrıların tekrarıymış gibi.” Muhatabın bize cevap vermeyeceğini bildiğimiz için böyle bir hitap kullanımı gülünç olma riskini de taşır. Şairin böyle bir güce sahip olmasına izin verebilir miyiz —verecek miyiz—? Marilyn, ilginç bir şekilde, Hayat’tan hiçbir şey dilemez: onunki bir yakarış değil, tasvirdir. Görünüşte sadece Hayat’a kendinden bahsetmek istiyordur.
Hayat’ın iki yönü denildiğinde ileri ve geri olması beklenir, oysaki burada yukarı ve aşağı olarak ele alındığını görüyoruz. Marilyn, “hayatı” iki kutuplu bir durum olarak düşünüyor. İnsan, gergin bir ip gibi arada asılı kalmıştır. Ya mutluluğa ya da kedere doğru çekileceği tahmininde bulunabiliriz. (“Aşağıya doğru asılı kalmak” açıkça intiharı işaret eder) Örümcek ağının gücünü ortaya koyan “ama”, zayıf bir görünümün aldatıcı olabileceğini gösterir; aynı zamanda anlama ironik bir olasılık yerleştirir. Belki de cümle tümüyle bir espridir. Belki de böyle bir güç, sağlam olma durumundan ziyade, bir direniş eylemidir. “Ben” zar zor tutunuyor olabilir.
Gerilim çözülmeden kalacaktır. Şiir, bir başka “ama” ile, hiçbir şekilde zıt olmayan bir karşıtlık ile sona yaklaşıyor. Odak değiştiriliyor. Güçle ilgili soruları bir kenara bırakarak yüzümüzü güzelliğe dönüyoruz: Bir örümcek ağı olarak resmedilen kişi, doğanın bir parçası olarak kalsa da güzellik diye iddia ettiği-şaşırtıcı bir şekilde- sanatın güzelliği oluyor.
Şiirin finalinden kesin bir anlam çıkarmak pek mümkün değil: “ah hayat onlar / seni aldattılar.” “Onlar” kim? Hayattan çalmış ve hatta hayatı aşan sanatçılar mı? Yoksa kesme işareti mi değişti diye düşünüyorum. Gerçekte hiçbir zaman duyamayacak ve cevap veremeyecek olan “Hayat”, şairin kendi kendine hitap etmesi için bir vesile haline gelmiştir; şiir bir monolog kılığında ortaya çıkmıştır. “Onlar” zincirlerinden kurtulup gelir. Marilyn daha evvel, kendisinin bir canavar olabileceğini itiraf etmişti. Belki de bu isimsizler, Marilyn canavarına engel olan romantik sevgililerdir. Üstünü başını çekiştiren kalabalıklar da “onlar” olabilir. Hayranlık yoluyla Marilyn’i hayatının yönünü belirleme seçeneğinden mahrum bırakan herkes.
Marilyn başka bir yerde, “Aktrisin ağzı olmamalı,” der. Ama “ah hayat”taki bu “ah” tamamen gereksizdir, saf bir ses taşkınlığıdır. Bu “ah”, aktrisin o olmaması gereken ağzını açmıştır.
***
Eğer bu lirik şiir “kulak misafiri” olunması amaçlanan bir sohbetse, o zaman Marilyn’in müstakbel dinleyicileri kimler? Arkadaşlarına yazdığı mektuplara bazen dizeler eklediğini biliyoruz ama Marilyn’in Şair olmak gibi bir hevesi yoktu gibi görünüyor. Yine de bu şiirleri yazdı. Ölümünden çok sonra, geride bıraktığı ıvır zıvırları tarayan editörler tarafından yayınlanan bu şiirler, özel hayat ritminin bir parçası gibi görünüyor.
Marilyn, sık sık ayna karşısında saatler geçirirdi, sadece kendini seyrederdi. Bu sadece narsisizmden kaynaklanan bir esrime hali değildi. Hareketlerini ve yüzünü inceledi ve geliştirdi; başkalarının gözünden nasıl göründüğünü hissetmeyi öğrendi. Özellikle de Marilyn’in yazdıklarını yayımlama arayışına hiçbir zaman girmediği düşünülürse, onun çalışmalarını okumak bana bir konuşmaya kulak misafiri olmaktan ziyade başka birinin değişen yansımalarını izlemek gibi geliyor. Bu çalakalem yazılmış münferit şiirler, lirik şiirin çoğu zaman su altında kalan ama her zaman mevcut olan bir özelliğini gösterir: benlik içinde, benlik tarafından kulak misafiri olunan bir diyalog. Psikanalist ve şair Nuar Alsadir’in Dördüncü Tekil Şahıs (Fourth Person Singular) ‘ta yazdığı gibi, “kendimizle ilgili algımız kayıt altına alındığında, o ana özel benlikten (belli belirsiz de olsa) uzaklaşmışız demektir ve bir mesafeden (ne kadar az olursa olsun) geriye bakıyoruzdur, böylece, algılanan ben bir ben-olmayan haline gelmiştir.” Lirik hitap, sözde kime yönlendirilirse yönlendirilsin —”ah hayat”— “zihnin farklı bölümleri ile farklı benlik durumları arasında” ortaya çıkar.
Bütün şairler, dinleyici kitlesi aramak şöyle dursun bunu sadece hayal etseler bile birer performansçıya dönüşürler; tüm şairler, hatta en bariz şekilde “itirafçı” olanlar bile şiirlerde bir personaya bürünürler. Dilin dolayımı, başka türlüsünü mümkün kılmaz. Marilyn bir seyirci kitlesi önünde yaşadı, ama neredeyse tamamen sadece biri için yazdı. Ölümünden uzun süre sonra açığa çıkartılan ve incelemeye alınan bu samimi parçalarda gördüğümüz persona, tam olarak Marilyn’in kendi benliği olmasa da belirli açılardan, belirli ışıklarda kendisi gibi görünen, kendisi olarak gösterdiği personaya en yakını olabilir.
Marilyn’in kendine ve kendisi için yazmış olması, yazılarındaki “tuhaflık” olarak ifade ettiğim ele avuca gelmez niteliğin bir nedeni olabilir. Sayfada düşünen ve hisseden şiirler bunlar, sorgulama sürecinden geçerken cevaplar arayan bir zihni açık ediyor. Büyük İtalyan şair Cesare Pavese der ki “şiirin kaynağı her zaman….. irrasyonel— bilinmeyen bir alan karşısında bir zihin bulanıklığıdır”, ancak “şiir eylemi” “net görmek için kesin bir kararlılıktır”. Marilyn’in dizelerinde hem zihin bulanıklığı hem de kararlılık var. Her nasılsa, en azından birkaç kez —çoğumuzun becerebileceğinden daha fazla—bir şiiri canlı kılan şeye rast gelmiş: gözlerimizin önünde belirgin bir şeyin değiştiği hissi. Bir şiirin canlılığı, kendi canlılığımızı pekiştirebilir; devinim, kısa bir süre için, bedenin nihai hareketsizliğine doğru ilerlemesine karşı denge görevi görür.
***
Emily Dickinson, “Uçurumun Biyografi Yazarı yok” diye yazar. Bu mısra, ne kadar mükemmel bir şekilde taklit edilse veya anlatılsa da —kıyafetlerini ne kadar yırtarsak yırtalım— Marilyn Monroe’nun bir şekilde dokunulmaz kalacağını düşünürken aklıma geldi. En açık yazısı bile bu anlaşılmazlığı asla ortadan kaldırmaz. Marilyn, Prens ve Şov Kızı‘nı çekerken bir kâğıdın kenarına küçük harflerle “Ben M. M değilim” diye yazdı. Olumsuzlamanın silinmemiş, üzerinin çizilmiş olması bir paradoksu ortaya çıkarır. “Yalnızca parçalarımız başkalarının parçalarına dokunacak— ”diye başka bir yere karaladı, “—kişinin kendi gerçeği tam da bu— kişinin kendi gerçeği… en iyi ihtimalle, kavrayışımızın başkasının yalnızlığını aramasını sağlayabilir.” Derin bir yalnızlık duygusuna sahip olduğunu biliyoruz, ancak bize hatırlattığı gibi, yalnızlığı bile ancak kısmen bilinebilir.
Marilyn’e hayranlık duyan ve Miller’ın After the Fall adlı oyununda açıkça Marilyn’e gönderme yapan tiplemeye öfkelenen James Baldwin, söylendiğine göre oyunun ortasında çıkıp Ava Gardner’a grev yapmalarını önermiş.
Yalnızlığın sanatçı olmak için gerekli olduğunu düşünüyordu Baldwin ve şöyle yazıyordu: “Bahsettiğim yalnızlık… doğumun ya da ölümün yalnızlığı gibi. Yardımımızın dokunamayacağı, acı çeken birinin gözlerinde gördüğümüz korkunç yalnızlık gibi”.
Uçurum hayatın yönlerinden biriyse, o halde en azından zaman zaman Marilyn diğer uca da dokunmuş gibi görünüyor: ışığa. Düşmanları bile onu tarif etmek için aydınlatmayla ilgili kelimeler kullandı; platin saç ve beyaz elbiselerden daha derin bir benzerlik. Belki de böyle bir parlaklık ancak uçurum gibi bir şeyden ortaya çıkabilirdi.
Marilyn yirmi altı yaşındayken, aynı yıl evinde kitaplarıyla fotoğrafları çekilmişti ve başrolde oynadığı ilk filmlerinden birini, Niagara’yı çekiyordu. Sevgilisiyle birlikte öldürmeyi planladığı kıskanç, dengesiz bir kocayla Niagara Şelalesi’nde tatilde, tatminsiz bir eş olan Rose’u canlandırmaktadır Marilyn. Plan ters gider; onun yerine kocası onu boğar. Filmin sadece üç dakika süren en iyi sahnesi budur, tatildeki arkadaşlarının verdiği bir partide olay çabucak gerçekleşir. Üzerine oturan fuşya bir elbiseyle görünür Rose ve kadınlı erkekli topluluğun dikkatini çeker. Sonra, DJ’den Lionel Newman ve Haven Gillespie’nin “Öpücük” şarkısını çalmasını ister. Kocası kaşlarını çatarken o bir balayı çiftinin yanına oturur. “Şu şarkıyı seviyor gibisin” der çiftin salak adamı. “Başka şarkı yok,” diye yanıtlar Rose, yüzü ve sesi adamın bunu bilmesi gerektiğini ima eder. Kamera yaklaşır; sadece iyi aydınlatılmış başı ve omuzları kareye girer. Beni heyecanlandır, heyecanlandır beni… al beni, kollarına al, hayatımı mükemmelleştir,” diye şarkıya kendinden geçerek yalnızmış gibi, eşlik eder. Oysaki bu performans zaten ona esir olanlar, ekranın ardındaki izleyiciler için, herhangi birileri için, herkes, herkes için baştan çıkarıcıdır. Bir ayartmadır. Ve araya girerek plağı kıran kocasından da intikamdır. Yorgun, memnun bir yarım gülümsemeyle karşılık verir.
Bu sahneyi onlarca kez izledim. Belirgin persona ve oyunculuk katmanlarıyla yer yer büyüleyicidir. Marilyn o dönemde son derece ünlüydü ve oynadığı karakterin acımasız, ateşli seksiliği, film karesinin dışındaki Marilyn imajından yararlanıyordu. Yine de oyunculuk sergiliyor, üstünkörü yazılmış bir femme fatale’i, öldürüldüğü ana kadar hatta belki kocasına yakardığı o son anda bile rol yapan karmaşık bir kadına dönüştürüyor.
Elisa Gonzalez, çalışmaları The New Yorker, The New York Times Magazine gibi dergilerde yayınlanmış şair, kurgu yazarı ve denemecidir.
*https://www.theparisreview.org/blog/2022/06/28/marilyn-monroes-poetry/