Pek “saygıdeğer” bir kadın: Aysel
Ölmeye Yatmak, bir kadın olarak büyümenin, yaşamanın ve düşünmenin ağırlığına dair yalnızca Türkçede değil herhangi bir dilde yazılmış en iyi romanlardan biridir. Adalet Ağaoğlu, bir yandan kahramanı Aysel’in çevresinde ördüğü hikayeyle Cumhuriyet’in ilk yıllarına doğan neslin büyüyüp yetişmesini anlatan bir oluşum romanı yazarken, bir taraftan da geriye dönüşler ile kat kat açılarak genişleyen ve geleneksel anlatının sınırlarını zorlayan unutulmaz bir modernist eser kaleme almıştır.
Adalet Ağaoğlu’na hayranlığım eskidir. Romanlarını her okuyuşumda artan bir hayranlıktır bu üstelik. Fakat Aysel’e karşı hislerim karışıktır. Cesaretine, başarma arzusuna, kendini var etmek konusundaki inatçılığına derin bir saygı duyarım. Arada bir tökezlemesini, kendini tümüyle bırakamamasını, hatta kimi zaman eğitimiyle, bilgisiyle, zekasıyla böbürlenmesini insanca bulurum. Ama duygusal mesafesi, yer yer dayanılmaz hale gelen kitabîliği ve, her ne kadar bununla kıyasıya hesaplaşıyor olsa da, kendine biçtiği ilerici ve öncü aydın rolü beni zorlar her seferinde. Tam da bu nedenle, Aysel benim için muğlak bir karakter olarak kalır. Onu kucaklayıp bağrıma basamam, ama beni peşine takıp götürmesine de engel olamam. Bu özelliğiyle, Türk edebiyatında beni en çok etkileyen kadın karakter belki de odur.
Romanın olay örgüsü karmaşık değildir aslında. Kırklı yaşlarda bir siyaset bilimi doçenti olan Aysel Dereli, ilk bakışta mükemmel görünen hayatını kesintiye uğratan bir krizin ertesinde her şeyi geride bırakarak evinden ayrılmış ve “ölmeye yatmak” arzusu ile bir otel odasına sığınmıştır. Bu odada, yaşadıklarını hatırlayacak, geçmişi ile hesaplaşacak ve en önemlisi var olmaya devam etmek için bir gerekçesi olup olmadığını anlamaya çalışacaktır. Bu amaçla geldiği otel odasında, Aysel bütün giysilerini çıkararak yatağa girer ve düşünmeye başlar. Böylece, geriye dönüşler ile Aysel’in yaşam öyküsü de önümüzde yavaş yavaş açılır. Bu saç örgülü kurguyu çok başarılı bir şekilde kullanır, Ağaoğlu. Bir ileri bir geri giderek, yani Aysel’in geçmişinden sahneleri otel odasındaki anlarla karşılıklı örerek, Cumhuriyet’in ilk nesline ait bir genç kızın yetişme hikayesini anlatır. Bunu yaparken, otel odasında ölmeye yatan Aysel’in düşünceleriyle geçmişteki hikayeler arasında çengeller atar ve romanın bu iki ayrı zamanını birbirine bağlar.
Yatağın içinde kımıldamadan yatıyorum. Ölmeye girdiğim oda sıcacık. Çıplak gövdem temiz, kolalı çarşafların üstünde yine de üşüyor. Battaniyenin altında titriyorum. Bu titreme beni hem ölüme yaklaştırıyor, hem ölümden uzaklaştırıyor. Bir ölüm titremesi belki. Ama titredikçe ölmemiş olduğumu anlıyorum. Hücrelerim henüz yaşadığımı bağırıp duruyor. Acaba ne zaman öleceğim? Ne zaman tamamlanacak can çekişmesi. Kız öğrencilerimden biri, Anna Karenina ya da Madame Bovary gibi ölüme yattığımı görse, kimbilir nasıl güler! (31)
Aysel’in yatağa soyunup girmesi ve bu şekilde ölümü beklemeye başlaması, ilk bakışta dünyaya geldiği gibi çıplak gitmek için hazırlandığını düşündürür bize. Çıplaklığın hepimizi aynı kılan, eşitleyen bir tarafı olduğunu ima eder. Gerçekten de, romanın başka bir yerinde söylediği gibi, “Çıplakken bir matbaa işçisini bir öğrenciden, bir efendiyi bir uşaktan, bir zorbayı bir aşıktan nasıl ayırdedebilirsiniz?” (70). Fakat çıplaklıkla ilgili roman boyunca devam edecek olan anıştırmalar, bu çok temel adalet duygusuyla olduğu kadar, cinsellik ve ölüm ile de ilgilidir. Aysel’in Anna Karenina ve Madame Bovary’ye gönderme yapmasını da bununla birlikte düşünmek gerekir. Bunların ikisi de aşk uğruna hayatlarını vermiş kadınlardır, ikisinin de sonu intiharla gelir. Aysel’in bu intiharları hatırlıyor olması büyük bir olasılıktır. Ama onu bu otel odasına getiren, bir aşk hikayesi değildir aslında. Evet, Aysel evlilik dışı bir ilişki yaşamış, kendisi gibi bir profesör olan kocası Ömer’i, öğrencisi Engin’le aldatmıştır. Fakat onun hayatında bir kırılma yaratan, Engin’e duyduğu aşk ya da Ömer’e karşı hissettiği suçluluk değildir. Aysel’i sarsan, orta yaşa gelmiş bir kadın olarak ilk kez tamamen kendisinin olan, tamamen sahici bir tecrübe yaşadığını fark etmiş olmasıdır. Bu birleşme sayesinde, Aysel hem cinselliğinin hem de ölümlü olduğunun ayırdına varmıştır. Bunların ikisini de yalnızca kendisine ait tecrübeler olarak görür.
Kendini hep dışarıdan, ona kutsal bir görev yüklemiş Ulusal Baba’nın gözünden, gören Aysel, ilk kez kendi öz benliğinin farkına varmıştır. “Öz benlik” demişken, Aysel’in Turgut Özben ile benzerliğine de dikkat çekmek gerekir. Tutunamayanlar’da arkadaşı Selim’in ölümü üzerine gündelik hayatının akışı kesintiye uğrayan Turgut, varoluşuna anlam vermekte zorlanır. Yalnızca “iyi vatandaş” olma görevini değil, heyecansız orta sınıf hayatını da geride bırakarak gitmek ister. O da Aysel gibi kendi sonluluğu ile yüzleşmiştir. Bu karakterlerin ikisi de, farklı dönüştürücü deneyimler ertesinde, gündelik hayatın yüzeydeki sahteliği altında yatan daha derin bir bilgiye açılırlar. Aysel için bunun “Cumhuriyet’in yorulmaz neferi” olmaktan vazgeçmekle ilişkili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Roman boyunca, onun bu toplumsal kimliğinin şekillenmesine tanık oluruz. Çocukken okul müsameresinde kasabalıların karşısında “Atamıza layık olabilmek için” polkalar ve rondolar yapan; genç kız olduğunda, “garden party”ye götürülen ama dans etmesine izin verilmeyen (Hem, “medeni olun” derler, hem de nefes aldırmazlar-179); hep biraz hoşlandığı Aydın’la Gençlik Parkı’nda ilk kez öpüştüğünde, öpücüğün kendisinden çok artık “uygar olduğu” için sevinen (Orada ilk “Avrupai kız” oluşumu. Ne üstünde oturduğum ıslaklığı, ne yanımdaki genci; fakat uygar olmayı sevişimi – 282); hatta Ömer ile ulusal ülkünün etrafında “birleşerek” evlenen (İkimiz de Fransızca biliyoruz hem ve Beethoven’in bütün senfonileri de ezberimizde nerdeyse. Atatürk başımızın üstünden bize bakıyor. Göğsü kabarıyor. – 349) Aysel sonunda Engin ile yaşadıkları üzerinden dönüşmüştür. Yani soyut bir ideal, bir ülkü değil de, hata yapabilen, yoldan çıkabilen, sevişebilen kanlı canlı bir insan olmuş ve özgürleşmiştir.
Bu özgürleşme teması, Aysel’in bir fikir olmaktan çıkıp bedenleşmesiyle ilgilidir ve roman boyunca yeniden ve yeniden karşımıza çıkar. Bir millet yaratmak, modern bir hayat biçimi oluşturmak, ülkeyi “muasır medeniyet seviyesinin üstüne” çıkarmak amacıyla yetiştirilen bu neslin temsilcisi olan Aysel bize şöyle der: “İnsan kendini tek başına özgürleştiremezse ve tek başına özgürleşme düşü içinde boğulmuşsa, kendinden sonra gelenlerin altına yatmalıdır” (49). Bunun herhangi bir birleşme olmadığını, Aysel’i yeni bir başlangıca (ya da bir tür sona) doğru götüren bir dönüm noktası olduğunu, kızlık zarının yeniden yırtıldığının anlatılmasından da anlarız. Sanki hiç zaman geçmemiş ya da ondan önceki cinselliği sayılmazmış gibi, Aysel bu birleşmeyle yeniden kanar. Böylece erişkin bir kadın olmanın, bir özne haline gelmenin kapısı onun için aslında ilk kez açılmış olur. Gecikmiş bir yetişkinliğe geçiş ritüelidir bu. Aysel, kendi kaderini eline almış bir birey olarak aynı kapıdan bir kez daha geçer ve kadın olur.
Aysel, ölmeye yatmak için girdiği otel odasında, bu geçiş ritüelinin nasıl gerçekleştiğini düşünürken bulur kendini. Düşünceleri öğrencisi Engin ile geçirdiği geceye kayar. O gece, ülkeyi nasıl kurtarabileceklerini konuşurken, coşku içinde olduğunu ve kendisini devrimci, cesur ve güzel bir kadın gibi hissettiğini hatırlar. Ama kendisini dışarıdan seyretme alışkanlığından da tamamen vazgeçmemiş, başkalarının bakışları bir yana kendi bakışlarından kurtulacak kadar dünyayı unutmamıştır: “Yeniden diri, dolu bir kızdım. Bütün aklım, bilgim, saçlarım, dudaklarım, göğsüm, belim, dünyaya bakışım, gülüşüm, söyleyişim bir bütün halinde ortaya dökülüyordu. Bir arada hem saygıdeğer, hem saygıdeğmez; hem kusursuz, hem kusurlu; hem giyinik, hem çıplak. Hem kadın, hem insan. (195)”
Bu bir aydınlanma anıdır Aysel için. Engin’in varlığı onu canlandırmış, ona bir kadın olduğu kadar bir insan olduğunu da hatırlatmıştır. Fikirleri değer görmekte, bedeni arzulanmaktadır. Bundan sonra gelen uzun bölümde, evliliği boyunca yaptığı tekdüze işlerinin birinin bile ona bu hissi tattırmadığını itiraf etmek zorunda kalır. İyice kötü, mesela şiddet ve yoksulluk dolu, bir hayat değildir bu. Ama orta sınıf bir aydının tekdüze hayatıdır işte. İçinde devrim de heyecan da yoktur. Bütün amacı statükoyu korumak, işleri olduğu gibi yürütmek olsa gerektir. Aysel’in, öğrencisinin genç bedeninden çok temsil ettiği düşüncelerden heyecan duyduğunu hissederiz bu bölümde.
Aysel, öğrencisinin beğeni dolu gözlerinin altında geçirdiği bu heyecanlı geceden sonra kendini bir aynanın önünde bulur. İçinde bir şeylerin değiştiğinin farkındadır, bunun yansımasının aynada görüneceğinden emin değildir. Fakat yine de aynaya bakıp bu değişikliğin izlerini görmek ister. Cumhuriyet kadının ciddiyetinin ve dokunulmazlığının timsali olan öğretmen topuzunu çözer, saçlarını uzun uzun fırçalar. Yaşlanmakta olan bedeninin kıvrımlarını dikkatle inceler:
O sabahtan başlayarak ilk kez gövdemin elle tutulur, bakılıp görülür somut bir şey olduğunu anladım. Ama o sabah henüz çekingendim. Kılları alınırken bile kendi gözümde hep bir fikir yığını haline gelmiş olan bu başı, bu boynu, bu kolları, bacakları hemen yeniden var saymakta bocaladım. Ellerimi belime, kalçalarıma koydum. Giyinikken öylece önden, arkadan seyrettim kendimi. (197)
Aysel ilk kez bedeninin bir “kendinde şey” olduğunun farkına varmıştır. Zihnini ayakta tutmak için değil, sadece kendi başına güzel ve iyi olduğu için var olan bir bedene baktığını fark eder. Baktığı bir kadının bedenidir. Güzeldir. Bu şekilde beğenilmeyi hak eder. Halbuki Aysel o vakte kadar bedenine sadece bir taşıyıcı olarak bakmış ve bu bedenin bakımını bile bir görev duygusuyla yerine getirmiştir:
Bütün o pedikürler, manikürler, geceleri yüzümü iyi bir kremle silişim, sabahları yüzüme hafıf bir nemlendirici sürüşüm, kollarımın altına, orama burama talk pudraları serpişim, o sabaha değin sanki hep kadınlığımdan kopuk; sağlık, rahatlık için yapılmış birer görevdi. Acaba hiç kendim olmuş muydum? Hiç kendimiz olduk mu? Görevlerin birlikte götürülmediği bir yerim oldu mu hiç? (198)
Özgürlüğü, öznelliği ve cinselliği hep bir soyut imgeye dönüştürülmek istenen bir kadındır bu. Kendisiyle örtüşemeyen ve bir olamayan bir kadındır. Bütün hayatı görev ahlakı ve bunun getirdiği suçluluk duygusu ile şekillenmiştir. Aslında belki de hiç yaşamamış biridir: “İşte o zaman ölmeyi bile beceremeyecek denli geç kalınmış olduğunu anlıyorum. Ölmek nedir? Ölmek, yaşamış olduğunu bilmeyi gerektiriyor. (282) Bu bilgiyle beraber ölmekten vazgeçer, Aysel. İnsanın ölmesi için gerçekten yaşamış olması gerekir çünkü. O ise, şimdiye dek sadece soyut bir imgeyi ayakta tutabilmek için yola devam etmiştir: İdealist Cumhuriyet Kadını. Bu pürüzsüz ve mükemmel imgenin, hayatının en mahrem yerlerine kadar yayıldığını, en özel anları bile ele geçirdiğini anladığı andan itibaren ölmek artık anlamsız görünür ona. Ona yaşaması, var olması, özgürce koşturması için verilmiş hayat, madem hiç yaşanmamıştır, o zaman gözden de çıkarılamaz. Yanlış yapmaktan korktuğu, ilkelerine ihanet etme endişesi taşıdığı, ahlaksız diye damgalanmaktan çekindiği için, hiçbir yanlış adım atmamıştır Aysel. Saygıdeğer, temiz ve ahlaklıdır. Fakat, davranmadıkça solup gitmiştir işte. İyi bir vatandaş, iyi bir eş, öğrencileri tarafından sevilen bir hocadır. Görevlerini eksiksiz yerine getirmiş, uygar biridir. Kendi ideallerine tutunmuş, hatasız, mükemmeldir. Ama bir o kadar da ilişkisiz ve soyuttur. Ne var ki, şimdi içinde bir kıpırtı vardır. Bunun bir bebek mi, yoksa Aysel’in gecikmiş bir şekilde vücut bulan benliği mi olduğunu anlayamayız. Her iki koşulda da, içinde can bulan yeni hayata bir şans tanımak gerektiğini düşünür. Kendini idealize edilmiş bir zihinsel varlık olarak görmekten uzaklaşır, onun yerine kusurlarla, hatalarla dolu, artık pek de “saygıdeğer” olmayan ama sahici bir kadın olarak kabul eder: “Yeterince saygıdeğer değilsem değilim. Her şeyde haklı ve doğru olmak için her şeyin haklı ve doğru olması gerek. Belki de çocuk yoktur. Belki de kendimim yeniden büyütmek istediğim; saksısını çatlatmış.”(399)