performans ve şifa
leman sevda darıcıoğlu
Yaraya ve Kendi’ne dair
Performanslarım üzerinden şifa/iyileşme üzerine bir düşünme denemesi olarak baktığım bu yazıya neresinden başlamalı diye düşünürken türkçe ve ingilizceden şifa/healing kelimelerinin kökenlerine baktım ilginç bir bağlantı açar mı sorusuyla. Eski ingilizcede “bütünlüğünü kazanmak” ve “iyileştiren dokunuş/temas” anlamlarını içerdiğini öğrendim böylece healingin. Şifanın ne olmaklığına bütünlük ve temas vurgusuyla tedaviden, iyileşmeden daha tatmin edici bir cevap veriyormuş eski ingilizce görünen o ki.
İyileşmeyi bekleyen yaraysa [açık yahut kabuk bağlamış], yaranın olmuşluğunu silmek zamanı geri almayı başarmadıkça elbet mümkün değil. Kaldı ki, yarayı yüceltmemek kadar küçültmemek de önemli, nereden yara aldığımızı bilmek ve oraları demirden duvarlarla kapatmak değil ama biricikliklerimizin bir kısmının da o yaralarla ne yaptığımızdan geldiğini akılda tutmak… Bir yaranın definelerimiz arasında yer alabilmesi için yeniden oradan yaralanma ihtimalimizin kalkması şart tabii, durmaksızın kabuğu kaldırıldığında veya kabuk dahi bağlayamadan yeniden kanattırılınca/kanayınca gömülecek ve defineleşecek bir zaman boşluğu olmuyor. Aynı bedende bir kanama varken ilk aciliyetin kanamayı durdurmak olması gibi. Kanama durduktan sonrası etin kaynaşma, bedenin tekrar bir araya gelme, tekrar bütün olma sancısı. Bu sancı kopan ette olduğunda kaynaşacağı öyle ya da böyle bilinirken ruhta olduğunda kopan parçayı bulmak da, kaynaşacağı parçayı bulmak da sürebiliyor.
Belki performanslarım, bir şifalanma yolu sunuyorlarsa bana, en çok tam da buradan, kopan parçayı görmekten, yaranın içinde kaybolmadan içine girme olanağı verdikleri için sundular, sunuyorlar. Bunu yazarken iki yıl önce, 16 Şubat-16 Mart arasında “İhtiyaç: Sen” kapsamında gerçekleştirdiğim bir güle bakmak‘ı düşünüyorum önce. Ülkenin siyasal atmosferinin kararttığı ruhumun içine girmek için kendimi 7 metrekare bir alana 28 gün boyunca kapatıp, toprakla kaplı zeminde küçük gül ağaçları arasında yaşadığım, her gün doğumunda bir gül kesip tüm günü ona bakarak geçirdiğim, her gün batımında koluma neşterle adına “zaman kesiği” dediğim bir kesik açıp gülümü duvara astığım, 28 gün boyunca konuşmadığım, 7 metrekareden çıkmadığım performansta o güne kadarki hayatımın en zor ve en özel zamanını geçirdim. Her günün gülüne bakarken kendime, en derinime baktığım, bazı günler döktüğüm gözyaşından yanaklarımın yandığı, kendimi pencereden atmak istediğim anlar yaşadığım bu derin sualtı yolculuğundan çıktığımda geri dönüşsüz bir şekilde değiştiğimi henüz bilmiyordum. Her bir performansın ardından içimde bir şey geri dönüşsüz değişmişse de bir sonraki büyük deneyim 1-31 Ağustos arasında B2 Evi’nde gerçekleştirdiğim Eksiğiyle Tamam oldu. Belirlediğim 6 eylemin hangisini gün boyu gerçekleştireceğimi bir zar atımına bağlayarak haftada 6 gün, günde 6 saat boyu kendimi tesadüfe, belirsizliğe ve çoğu zaman Kuzey Ege’nin bir köyünde olmasıyla yalnızlığa teslim ettiğim performans yine içinde bolca gözyaşı, görü, çığlık barındırdı. Ve ben yine gözyaşları, görüler ve içsel çığlıklar içinde öylece durdum, her sabah ne yapacağımı belirleyen zarımı atmaya, zarın talimatını gerçekleştirmeye devam ettim. Performans bittiğinde bu sefer değişmiş olduğuma dair bir fikrim vardı. Birkaç saati değil, yaşama tekabül eden bir süreyi almanın etkilerine dair bir deneyimim.
Bu satırları yazdığım günden (2-3 Şubat gecesi) 2 hafta, 2 gün önce Venedik Uluslararası Performans Sanatı Haftası kapsamında yaptığım Kuru gelinciklerle ayakta adlı 6 saatlik performansımı düşünüyorum bunları yazdıktan sonra. Sol elimde tuttuğum 2 kuru gelinciği birbirlerine sürttüğüm, parmaklarımı onlara sürttüğüm, onları tuttuğum, bedenimde tek hareket eden parçanın sol kolum/elim olduğu 6 saati. Bunu yaparken performansımı yaptığım odaya gelenleri, gözlerini, hareketlerini, tavanı, mekanı, pencereden gökyüzünü izledim; mekanın hayaletlerini ve kendi hayaletlerimi. Kendimi hiçbirinde kaybetmemeye, bakışımın her an kendi merkezimle temasımdan diğerlerine yönelmesine niyet ettim bu 6 saatte. 4. saatten sonra ayaklarım hareketsizlikten yanmaya, bedenim öne arkaya sallanmaya başlarken yorgunluk ve acıyla gözlerimi kapattığımda bedenimden yayılan güneş kadar güçlü bir enerji. Bittiğinde 6 saat boyunca neredeyse hiçbir şey yapmamak kadar küçük bir eylem yaparak durmuş olmanın, yapabilmiş olmanın, dünyanın tüm hızına, sanki tüm zorundalıklarıma karşı yalnızca olmaklığımı ortaya koyabilmiş olmanın sevinci. İnsan olmaya dair bir bilgi. Tüm yorgunluklarım, tüm yaralarımla sadece durursam hepsinin şiddetini kaybedeceğine dair bir bilgi. İstanbul’a dönerken başka biriydim.
İnsanın çıkmama sözü vererek en sıkıştığı yerden kendini bir kuyuya atması gibi bir delilik bir yanıyla performans, bu kuyu bazen akreplerle, bazen atalarla, bazen savaşlarla, bazen tanımsız çeşit çeşit yaratıkla, hayaletlerle dolu oluyor. Her ne kadar kendi içine girip orayı dışarıdan izleyebilme durumunu kaybetmemek önemli olsa da bu her an mümkün olmuyor. Lakin her bir deneyim yola bırakılmış Hansel ve Gretel’in ekmek taneleri gibi birikiyor insanın içinde, bir sonraki yola çıkarken akreplerin, savaşların ve tüm karanlık duyguların geçeceğini ve benim bu yoldan kendim ve yaram hakkında daha çok bilgi ile döneceğimi bilmek benim için yola çıkma kararımı pekiştirici bir neden oluyor. İnsan performansta en çok kendisiyle karşılaşıyor keza, yapayalnız anlarında da, insanlarla çevrili olduğunda da, bu değişmiyor. Kendini attığın kuyuyu görmek, kendini görmek, kuyunla, kendinle temas etmek… Yeniden bütün olmak. Yaranla. Kanınla. Yara izlerinle.