Çölde düşmüş bir peygamberle karşılaşıyorsun,

ELVİN EROĞLU

Çölde yeniden dünyaya geldin,
doğmak değil, beliriverdin.
Bir bak etrafına,
kumlar, bin çeşit sanki,
sağına dön bak, sarı
soluna dön, kahve
önünde, bej
arkanda, yavru ağzı.
Öyle parıl parıllar ki,
sana karışsın istiyorsun.

Çölde düşmüş bir peygamberle karşılaşıyorsun,
hemen arkadaşlık ediyorsun.
Onu o kadar sevdin ki,
onun Allah’ını da sevmek istiyorsun.

Yirmi dokuz yaşındasın,
adı gerçek olan bir acıdan kaçıyorsun.

İstiyorsun,
su nasıl çekilirse kumun da öyle çekilmesini içinde,
büyüleniyorsun, daha da çekilmesini istiyorsun,
bakışını taşıyorsun gözlerinde çekilmenin.
Göz kapakların ağır, aşağıya düşük
bulanık, belirsiz baktığın her şey,
ama böyle daha güzel değil mi?

Heybendeki mataradan,
tuzlu gözyaşı içip gideriveriyorsun susuzluğunu,
tuzlu su yakıyor boğazını, daha da fazla susuyorsun.

Şu dağ,
açsın peygamberine inini,
gir içeri sen de,
mağaranın içinde beliren şelalenin altına dur,
iç gürül gürül akan sudan,
nasıl, güzel mi hak edilmiş berrak sudan içmek?
Burada yaşarken slow food’u keşfediyorsun,
yavaş yavaş yapıyorsun, yavaş yavaş yiyorsun,
o kadar zevk alıyorsun ki daha önce neden
denemediğini anlayamıyorsun,
hatırlamıyorsun sanki geçmişi.
Senin elin, emeğin, cennet bahçesinden
toplanmış domatesler, biber, salatalık ve elbette hurma.
Duyguların mı coşan içindeki, yoksa bir histeri mi?

Çölde düşmüş bir peygamberle karşılaşıyorsun,
onunla yolculuğa çıkıyorsun,
sen, yolda olmayı,
varmayı değil, varmanın bi’öncesini mi?

Peygamber yorgun ama daha önce görmedin böyle bir güç,
korunmuş hissediyorsun onun yanında,
korumak istiyorsun onu.
Onunla yoldayken,
daha önceki hayatında es geçtiğin bir sürü şeyi,
yeniden öğreniyorsun,
varmanın,
engelli, geç yollardan geçmek olduğunu.

Düşmüş peygamberle milyonlarca yıldızın altında,
çok istediğin o hoşluğa odaklanmış,
hatta o hoşluğu yakalamışken,
ama gene de bir şey eksik,
ne eksik?
Aniden küçük bir alevin çıktığı mutfağında,
bulaşık makinesinden ateşler fırlarken tanışıyorsun onunla.

Bulaşık makinesini yerinden söküp çıkarıyor,
bezli su yapıp yanan küçük alevlere atıyor,
elleriyle o yangın yerlerini tutuyor
eli yanmıyor ve sen bunu görüyorsun.

Nasıl bir beladan sakındığını anlıyorsun.

O andan itibaren, yukarıdaki öykü tekrar etmeye başlıyor,
zaman geri ve yeniden akıyor,
çölde düşmüş bir peygamberle karşılaşıyorsun,

(ateş böceği sesi, yanık plastik kokusu)

ve öykü şimdi burada devam ediyor,

yalnızca tutku, absürde trambolinle sıçramanı sağlar,
aklını terk et kuşkunu arşa çıkar.
Her şeyin sadece aşkın olduğu çölde,
her şeyi mahvedecek çoklukta bu kumların içinde,
düşmüş peygamberinle birlikte,
sizi mahvetmelerini beklerken,
sonradan ulaşacağın yeri düşlüyorsun,
ulaşacağın yeri hak etmek istiyorsun,
gerçeğin, aslında bir enerji olduğunu anlayıp,
gerçekle, yeniden bir bağ kuruyorsun.
Bugüne kadar kaçtığın gerçek, katı ve sert,
şimdi gördüğün akışkan ve hareketli.
İşte, işe yarar bir şey!

Hem işe yarar, hem de güzele koşar,
bilinmeyene doğru bir iman atlayışı başlar.