birkaç on dakika
Buradan bir şiir ve bir kararla dönmek istiyorum.
Küçük bir ülke burası, Sovyetlerden kalma, göreceli özgürlüğü en fazla 30 yıllık. Çok eski bir dili konuşan genç bir ülke belki de: 12. yüzyılda yaşayan büyük şairlerinin adını havaalanına vermişler, bir banknota resmini basmışlar, başkentin en geniş bulvarını onunla adlandırmışlar. Çok eski çınar ağaçlarıyla bezeli.
Küçük ülkeleri severim.
Ağustos, sıcaklık 38 derece. Sık ve şiddetli sağanaklar yağıyor, yağmurun haber değeri yok, hava tahminlerinde bile bahsedilmiyor. Yürüyerek tanırım bir şehri, kat ederek ve seyrederek ve bana sataşmasıyla ve koklayarak onu, adımlarımın beni getirdiği yerde “Bad Weather Lovers” yazılı bir duvarla karşılaşıyorum ve burada bir fotoğraf istediğime karar veriyorum.
Sonuç: Siyah beyaz, biraz rahatsız, “Lovers” kısmı kadraja sığmamış.
Diğer fotoğraflar: Eski bir Çehov afişinin yanında. Sokakta yürürken. Yeni kırmızı sandaletlerimle. Kemerli pencerenin önünde kitap okurken. Deniz diye bahsedilen yapay gölde, kendi hayal kırıklığımla eğlenerek. Fötr şapkalı, mantosu rüzgârda uçuşan, üstüne başına kuşlar konmuş çeşitli yerel şair heykellerinin önünde. (Sanki uzun sürmüş bir kışı ve o kışa göğüs germeyi aynı anda temsil ediyorlar.) Bir kafenin dışında âtıl duran piyanoyla. Metrukiyetle kurdukları ilişki bana her yerde her şeyden çekici gelen bütün o duvar resimleri ve stencil’lerle: Kalp biçiminde ve pikselli dünya gezegeni, Özgürlük Meydanı tabelasının altına çizilmiş sevimli hayalet (işaret ediyorum onu parmağımla), ülkenin tek büyük ressamının Simpsonlar’vari bir temsili. (Genç bir şehir burası.) Son olarak, sevgilimle Puşkin heykelinin önünde.
Kendimi buralarda görüntülemek, kendimi belgelemek, kendimi buralara, dünyaya, yazmak istiyorum.
Çiş kokan yeraltı geçitleri.
Pis yer yatakları.
Nehir boyunca kurulan bit pazarında yaşlıların açtığı tezgâhlar.
Dünyanın çoktan gözden kaçırdığı küçük, gündelik, eskimiş ıvır zıvıra yine o eski dünyadan kalanların atfettiği anlaşılmaz mübadele değeri.
Antikacılarda çıkma Stalin büstleri.
Baharatlı yemekler, tuhaf limonatalar.
Boşunalık duygusu peşime takılmış, köprüde ilerliyorum.
Tenha bir noktada dünyayla aramda sessiz bir anlaşma yapıyorum: O benim acıya ve yoksunluğa dair görgümü azımsamayacak, ben de onun esenlik ve baht açıklığı ihtimallerine kendimi kapamayacağım.
Yaşam, sürekli yeni anlaşmalarla hayatta kaldığım bir oyun.
Ertesi sabah, kahvaltı sonrası, birkaç on dakikalığına yalnız, kafede bekliyorum. (Tarihteki bütün yolculuklarda molalar en güzel anlar olmalı; örneğin böylesi eski bir kentte, çınar dallarından bir çardağın altında.) Bir serçe masamın ucundaki küçük tavanın sapına konuyor yavaşça. Okuduğum kitap kayıyor uzağa. Sanki hemen bakmazsam serçe telaştan kırılıverecek: Ne anlatmak istiyor? Demek tabakta kalan ekmek parçasına yaklaşmak istiyor. Ekmeği alıyorum, minik parçalara bölüp yere serpiyorum. O anda diğerleri de geliyor, belki yirmi serçe birden. Sırayla konup uçarak, konup uçarak; tıpkı bir dans gibi. Birden radyodan yükselen şarkıyı hayranlıkla fark ediyorum: Şostakoviç’in İkinci Vals’i. Zaman dağılıyor, açılıyor, genişliyor; kafede serçelerle yaptığımız müzikli şölene dönüşüyor. Neden sonra ekmek, müzik ve serçeler aynı anda bitip gidiyorlar. Zaman yeniden toplanıyor. Sessizce devam ediyorum kahveye.
El sallıyorum uzaktan gelene.
Buradan bir kararla dönebilecek miyim?
(Sanki her yere taşımadım onu, bir tohum gibi.)
Gitmek üzereyken anlıyorum artık şiirlerin de kararlara benzediğini.
Bütün o fötr şapkalı, mantosu rüzgârda uçuşan şairler
ve adı bile anılmayan kadın şairler
yoksul gözleriyle yolculadılar beni.