mekânlar ve kaygılara dair notlar, 2021
uzun bir araba yolculuğu. etrafımda biten, büyüyen şeylere aşina değilim. gözüm her yeni detaya takılıyor, uyuklayamıyorum. Oneida telefonda konuşuyor, söylediği şeyleri bütünüyle anlayamıyorum ama anlamasam daha iyi gibi bir hissiyata kapılıyorum. her zaman konuştuğundan daha sert ve talepkâr bir ses tonu var. bir devlet dairesiyle konuşuyor, bir nekropsi raporunu tartışıyor. seçebildiğim kelimeleri yanlış seçtiğimi ümit ederek dışarıyı izlemeye devam ediyorum. Oneida’nın sesi aklımdan çıkmıyor. Mayra, annesini göstererek espiri yapıyor: tropidark. [bu güneşte, bu ışıkta, bu sıcakta olabilecek en karanlık?] bu coğrafyada, birçok şey gibi ölüm de insana çok yakın diye düşünüyorum. bir araba yolculuğunda, bir süpermarkette, bir aile ziyaretinde. bedeni rahat bırakmayan, sarmalayan nem, kurtulunamayan sinekler veya ısı gibi, uzaklaşılamıyor. ısı ve nem, tartışılan nekropsi raporunu neredeyse burnuma getiriyor, sinekler ve böcekler de başka bir boyut katıyor–çürümeyi düşünmeden edemiyorum. çürümenin bu denli hızlı olduğu, tüm fiziksel koşulların ayrışmaya hizmet ettiği bir coğrafyada ölümün ne anlama geldiğini bir kez daha düşünüyorum, kaybolan bedenleri. tropidark. Oneida, bir yandan telefonda davasına devam ederken, şoföre yolun kenarında durmasını söylüyor. elinde bir paket kedi maması var, dışarıdaki kişiye sesleniyor, kimbilir neredeki kediler için kedi mamalarını teslim ediyor. o an ağlıyorum biraz, maske var allah’tan. [maskenin sakladığı alanı, alanları, ifadelerin yoksunluğunun bu yıl üzerindeki etkisini düşünüyorum] yola devam ediyoruz.
hep mesafeleri düşünüyorum, alanları. bu klimada vücuda herşey çok yakın, eller hep tekrar eden bir harekette: sinek kovuyor [bir çeper oluşturmak]. Mayra’yla bu hareketin yazmak üzerindeki etkisini konuşuyoruz. bedenin bu ortamda nasıl yazdığını. ikimiz için de yazmak bedenden geliyor, yazı, her zaman bedenden izler taşıyor. yatağımın etrafındaki tülbent benim için büyük bir mecaza dönüşüyor, beden adaları, karantina, fiziksel mesafe, uzaklık derken içimden korku taşıyor [halbuki ne karanlıktan, ne böceklerden korkarım]. nefes nefese kalkıyorum, sakin ol Aslı. o an için karanlıktan da, böceklerden de, seslerden de, bilmediğim her şeyden korkuyorum. çeperimi belirleyemiyorum, güveni tanımlayamıyorum. üzerinde bulunduğumuz çamur zemin, sanki güvenin tanımını da kayganlaştırıyor, bu topraklar üzerinde mühendislik yapmak bambaşka beceriler gerektiriyor. beden, sert kazıkların çakıldığı sabit bir yüzey üzerinde olmadığını anlıyor, kayganlık belirsizliği, belirsizlik korkuyu doğuruyor. telefonumun ışığını açıp öyle uyuyorum. çok sonra, döndükten sonra, bir rüya görüyorum: eğimli bir ranza. üzerindeki eşyalar yavaş çekimde aşağı dökülüyor. bazı insanlar çıldırmışçasına düşen eşyaları yakalamaya çalışıyor (kaymamalı/düşmemeli/düştüyse tutabilmeli/engelleyebilmeli), bazılarıysa gündelik hayatın akışı gibi yönetiyor durumu, önüne düştüyse kaldırıyor, ama kaldırmak için yolunu değiştirmiyor. kaygılarım nerede bilmiyorum. hangi tercih beni temsil ediyor onu da bilmiyorum, ama ranzayı düz bir açıya oturtmak bir seçenek değil.
vücudumu sadece sinekler veya nem sarmalamıyor. ses de bir o kadar yapış yapış ve mütecaviz. orman, sesi katmanlar halinde yayıyor ve bedenim bu katmanlarla ne yapabileceği bilgisine sahip değil. ne kaçabiliyorum seslerden, ne duyabiliyorum onları, sanki çoktan yolu bulmuş, içimdeler. sesle haşır neşirlik günlük yaşama da yansıyor, müzik her daim var. sessizliğe, boşluğa yer yok, üst üste, art arda, dip dibe, kalabalık. [manzaranın yansıması olarak sosyal hayat] herhangi bir sessizlik anında illa söylenen, not ettiğim bir cümle: müziğe ne oldu? buraya dair, mesafeye dair çok fazla şeyi özetliyor.
Oneida, Buenaventura’yı gezdirirken gururla “these are my people” diyor, “bunlar benim insanlarım.” her an en az yedi işle uğraşıyor, Mayra “neden sigaraya başladığımı şimdi anlıyor musun?” diye makara yapıyor. Oneida’nın arkadaşı Gloria’nın evinde kalıyoruz. akşam, Oneida yalnız başına dışarı çıktığında Mayra endişeleniyor, çıkmadan kolunda saat veya bilezik, kulağında küpe olmadığından emin oluyor. Oneida dönene kadar kapıya yakın oturuyoruz. Kolombiya’da iç ve dış mekanların iç içeliği ilgimi çekiyor. Gloria’nın tavanının bir kısmında sadece parmaklıklar var—bir teras gibi—ve yağmur buradan içeri yağıyor. hava dışarıda nasılsa içeride de öyle, komşunun müziği sanki mutfakta çalıyor, kokular birbirine geçiyor. Kolombiya, mahremiyet algımı alt üst ediyor. aklıma bir yakınımın Türkiye’de neden bu kadar çok çıkmaz sokak olduğuna dikkat çekip, bunun mahremiyetle bir ilgisi olduğunu söylemesi geliyor. [ben de çıkmaz sokakta oturmuyor muyum?] geçiş alanlarını, merdiven boşluklarını, kat aralarını, ortak alanları dikkatle seyrediyorum. evin dış duvarları varlığını oldukça hissettiriyor, iç duvarlar üzerinde baskınlık kuruyor hatta. iç duvarlar, taşıyıcı olmadığı sürece alan ayırmak için kullanılmıyor gibime geliyor, dışarısı içeriye, içerisi içerdeki diğer içerilere ve dışarıya karışıyor. [zihnimin paravanlara ihtiyacı var] yine bu coğrafyanın yaşadıklarının, alan algısı üzerindeki etkilerini düşünmeden edemiyorum. siyah bir mahallede, siyah bir kadının evindeyim ve içerinin dışarıya olan bu hasreti, ikisinin bu denli ilişkide olması belki de şaşırtmamalı. Gloria’ya derme çatma “evin çok güzel” demeyi beceriyorum, “bu benim tutkum” diyor.
oturduğumuz balkonda, olabildiğince yumuşak bir samimiyetle, ölüm üzerine konuşuyoruz. kaybetme korkusunun bazen öyle ileriye gittiğini, öyle ki kaybetmekten korktuğumuz kişiyi bir an önce kaybetme isteğinin [yaşayacaksak yaşayalım bu acıyı] insan olmanın bir parçası olduğunu kabul etmekten başka çaremiz olmadığına varıyoruz. burada zaman üzerine düşünmenin farklı bir yanı var, toprakta büyüyen veya çürüyenin aksine, zaman oldukça ağır ilerliyor. beklemek, günlük yaşamın büyük bir yüzdesini oluşturuyor, bir market kuyruğunda saatler geçebiliyor. bekletenlerinse ağır hareketlerini serileştirmek gibi bir derdi yok, aynı yavaşlıkta, aynı rahatlıkta devam ediyorlar. [Lucrecia Martel’in La Cienega filmini şimdi daha iyi anlıyorum] muhabbetlerin çoğu bu bekleme anlarında gelişiyor. Mayra omuzlarını kaldırıp, tekrar sigarasına işaret ediyor.
ormandaki eve giderken geçtiğimiz yolları ancak bir 4×4 kat edebiliyor. “devletsiz yollar.”
içim dışıma çıkıyor. [‘bir kez daha iç-dış’ diyorum kendi kendime, burada birşeyleri ihtiva etmek mümkün değil] “territory” Türkçe’ye çevrilemiyor, ağırlığını kaybediyor sanki. “alan”, “bölge”, “arazi” hakkını vermiyor, soyut kalıyor. “territory”nin beraberinde getirdiği bir sözcük dağarcığı var. dışında bıraktığı devleti neler pahasına bıraktığını hiç unutturmayan bir dağarcık. ten renklerini, uzak yollardan (ve bedenlerden) geçmiş soyisimlerini hatırlatan bir sınır çizme. [çamurun üstüne düz çizgi çizilemiyor]
“paylaşılan alanlar”ın aidiyet belgeleri olmadığından, sahiplenme bir otoriteye tabi değil. dolayısıyla alanlar bir kez daha akışkan, giren ve çıkanlar “bölgeden olmanın” getirdiği aile bağlarıyla belirleniyor. polis yok. benim olanın sınırları yok. Mayra, kimi zaman devleti taklit eden yapılaşmaları göstererek, “örnek aldığımız yöntemler hali hazırda var olanlarsa, buranın ne anlamı var?” diye soruyor. kalacağımız eve girdiğimizde sıcak ve nem iyice bastırıyor, bayılmak üzereyim. boş olmasını beklediğim evde on iki kişilik bir aile bizi karşılıyor, gün sonunda evi bize devredip gidecekler. bir haftalık paskalya tatilinin son günü, şehre dönüş. 12 kişinin sesi, televizyonda vaaz veren Papa’nınkiyle karışıyor. aklıma Kırmızı Pazartesi’den sahneler geliyor. Mayra, sadece inancın değil, bir kurum olarak dinin insanlık için faydalı olduğuna samimiyetle inandığını söylüyor. “burada orta yolu bulmamız zor gibi” diyorum, herhalde coğrafya ağır basıyor.
ormanın sıklığı ve dikeyliğinde gözler, yukarı, aşağı ve çoğunlukla yakın mesafeye odaklanıyor. bedene bu denli yakın olan, onu neredeyse taciz eden bu sıklık, odaklanmayı ve düşüncenin şekillenmesini doğrudan etkiliyor olsa gerek. ormanın derinliklerinde yaşayanlar, açıklığa veya şehre çıktıklarında tahayyül edilemez bir agorofobiyle yüzleşiyor olmalılar. havaalanlarında, süpermarketlerde yaşadığım o korkunç his. [agorofobi, gerçekten piyasa korkusundan mı kaynaklanıyor?] bu sıklıkta, bir adım geri atıp tüm manzarayı bir karede görememenin, içinde bulunma zorunluluğunun küçük ve güçsüz hissettiren bir tarafı var. Akdeniz’de illa tırmanılacak bir tepe, gözetlemek için bir açıklık bulmak mümkün– belki de hakimiyet duygusunun bu kadar baskın olduğu onlarca hükumdarı böyle ağırlayabilmiş. [görme-güç ilişkisi]
Amazon’dan uzaklaşıp sahile vardığımızda açıklığa dair bu düşüncem bambaşka bir fiziksellikle karşılaşıyor. mangrov, gelgit sonucu oluşan haliçlerde, tuzlu bataklıklarda ve çamurlu kıyılarda sık ormanlar oluşturan bazı ağaç ve çalı türlerine deniyor. aralarında yürüyebildiğimiz dev kökler, üzerlerinde az önce çekilmiş suyun izini taşıyor. kök denilen şeyin korunmasız bir şekilde sergileniyor olmasının huzursuz edici bir tarafı var–belki çıkmaz sokakları tercih eden mahremiyet duygumu ortaya çıkarıyor.
Mayra, bir kez daha burada olmanın, bu coğrafyada büyüyen şeylerle yan yana olmanın şiiri ve çevirileri üzerindeki etkisinden bahsediyor. şimdi daha iyi anlıyorum diyor, fizikselliği. kök üzerine konuşurken istemeden konu Glissant’a geliyor, Mayra ile tanışmamda büyük bir payı var Edouard Glissant’ın yazdıklarının. dev köklerin arasında, sanki bizim de Mayra ile bir döngümüz tamamlanıyor. okuduklarımızın yankısı, etrafımızdakilerle başkalaşıyor, metin bize yaklaşıyor. [şiir, biyografik mekânları aşıyor] metaforlarımızdan sıyrılıp relation üzerine konuşmaya başlayınca Mayra bana kendi köklerini anlatmaya başlıyor. altın madenciliğinden bahsederken elleriyle yaptığı hareket aklıma kazınıyor: tekrar eden hareket yerle ilişkili, bir şey aramak ve bulmakla. bu hareketin hafızasının tarlada çalışmaktan farklı olarak, bedenlerde nasıl yer etmiş olabileceğini merak ediyor. [bugün buradaki vücut, tarihi neresinde taşıyor?]
dönüş yolumda harita üzerinde katedeceğim, oklarla işaretlenen rota, konuştuklarımızın üzerine ürpertiyor. Atlantik’i geçmenin, başı ve sonu bir zamanlar birileri tarafından belirlenmiş okların ve defalarca tekrar etmiş bu rotanın ağırlığında, yolu izliyorum. gözüm denizin monotonluğunda odaklanacak bir şey arıyor. fiziksel mesafenin yarattığı adalar üzerine düşündüğüm bu günlerde, görüş açımda boşluğu görmek beni korkutuyor. yine de, yolculuğa dair en sevdiğim şey olan, arada olmanın verdiği hafiflik hissi beni rahatlatıyor ve uyuyabiliyorum.
**Bu yazı yazıldığında, Kolombiya’da vergi reformunun tetiklediği hükümet karşıtı eylemler henüz başlamamıştı.