incir

Louise Glück
Çev: Selcan Peksan

Annem şarapta incir yapardı—
onları karanfille haşlar, bazen de birkaç tane karabiber eklerdi.
Siyah incir, bizim ağaçtan.
Şarapsa kırmızıydı, biber taneleri şuruba isli bir tat katardı.
Kendimi başka bir ülkede hissederdim.

Ondan önce tavuk olurdu.
Sonbaharda, bazen yabani mantarlarla doldurulurdu.
Bunun için her zaman vakit olmazdı.
Havanın da uygun olması gerekirdi, yağmurdan hemen sonra.
Bazen sadece limonlu tavuk olurdu.

Annem şarabı açardı. Özel bir şey değil—
Komşulardan aldığı bir şişe.
O şarabı özlüyorum, şimdi aldıklarımın tadı o kadar güzel gelmiyor.
Kocam için böyle şeyler yapıyorum
ama o yaptıklarımı sevmiyor.
Annesinin yemeklerini istiyor ama ben onları iyi yapamıyorum.
Denediğimde, sinirleniyorum—
Beni hiç olmadığım bir insana dönüştürmeye çalışıyor.
Bunun basit bir şey olduğunu sanıyor—
tavuğu doğrarsın, tavaya birkaç domates atarsın.
Sarımsak, eğer sarımsak varsa.
Bir saat sonra, cennettesin.

Benim işimin öğrenmek olduğunu düşünüyor, onun işinin
bana öğretmek değil. Annemin pişirdiği yemekleri öğrenmeme gerek yok.
Ellerim kendiliğinden biliyordu, sadece karanfilleri koklayarak
ödevimi yaparken.
Sıra bana geldiğinde, haklıydım. Biliyordum.
Onları tattığım an çocukluğuma döndüm.
Gençliğimizde her şey farklıydı.
Kocam ve ben —birbirimize aşıktık. Tek istediğimiz
birbirimize dokunmaktı.

Eve gelir, yorgundur.
Her şey zordur, para kazanmak zordur, vücudunun değişimini izlemek
zordur. Gençken bu sorunlarla başa çıkabilirsiniz—
Bir süre için güçlükler olabilir ama kendinize güveniyorsunuzdur.
İşler yolunda gitmezse başka bir şey yaparsınız.

Kocam en çok yaz mevsimine takar; güneş ona dokunur.
Burası acımasızdır, dünyanın yaşlanmakta olduğunu hissedebilirsiniz.
Çimler kurur, bahçe yabani otlar ve sümüklü böceklerle dolar.

Yaşadığımız en iyi dönem buydu
İşten eve geldiği ışıklı saatler—
karanlık saatlere çevirdiğimiz.
Her şey büyük bir sırdı—
her gece söylediğimiz şeyler bile.

Ve yavaş yavaş güneş batardı;
şehrin ışıklarının yandığını görürdük.
Geceler yıldızlarla parlardı,
yüksek binaların üzerinde ışıldayan yıldızlarla

Bazen bir mum yakardık.
Ama çoğu gece, hayır. Çoğu gece karanlıkta yatardık,
kollarımızı birbirimize dolayarak.

Işığı kontrol edebiliyormuşsun gibi bir his olurdu—
harika bir duyguydu; bütün odayı
yeniden aydınlatabilirdin ya da gece serinliğinde uzanabilirdin,
arabaları dinleyerek.

Bir süre sonra sessizleşirdik. Gece sessizleşirdi.
Ama biz uyumazdık, bilincimiz kapansın istemezdik.
Geceye bizi beraberinde götürmesi için izin vermiş olurduk;
müdahale etmeden, orada yatardık. Saatler geçtikçe, her biri
diğerinin nefesini dinleyerek, ışığın değişimini izleyerek
yatağın ucundaki pencerede—

o pencerede ne olursa olsun
onunla uyum içindeydik

Figs
A Village Life (2009)

My mother made figs in wine—
poached with cloves, sometimes a few peppercorns.
Black figs, from our tree.
And the wine was red, the pepper left a taste of smoke in the syrup.
I used to feel I was in another country.

Before that, there’d be chicken.
In autumn, sometimes filled with wild mushrooms.
There wasn’t always time for that.
And the weather had to be right, just after the rain.
Sometimes it was just chicken, with a lemon inside.

She’d open the wine. Nothing special—
something she got from the neighbors.
I miss that wine—what I buy now doesn’t taste as good.

I make these things for my husband,
but he doesn’t like them.
He wants his mother’s dishes, but I don’t make them well.
When I try, I get angry—

He’s trying to turn me into a person I never was.
He thinks it’s a simple thing—
you cut up a chicken, throw a few tomatoes into the pan.
Garlic, if there’s garlic.
An hour later, you’re in paradise.

He thinks it’s my job to learn, not his job
to teach me. What my mother cooked, I don’t need to learn.
My hands already knew, just from smelling the cloves
while I did my homework.
When it was my turn, I was right. I did know.
The first time I tasted them, my childhood came back.
When we were young, it was different.
My husband and I—we were in love. All we ever wanted
was to touch each other.

He comes home, he’s tired.
Everything is hard—making money is hard, watching your body change
is hard. You can take these problems when you’re young—
something’s difficult for a while, but you’re confident.
If it doesn’t work out, you’ll do something else.

He minds summer most; the sun gets to him.
Here it’s merciless, you can feel the world aging.
The grass turns dry, the garden is full of weeds and slugs.

It was the best time for us once.
The hours of light when he came home from work—
we’d turn them into hours of darkness.
Everything was a big secret—
even the things we said every night.

And slowly the sun would go down;
we’d see the lights of the city come on.
The nights were glossy with stars—stars
glittered above the high buildings.

Sometimes we’d light a candle.
But most nights, no. Most nights we’d lie there in the darkness,
with our arms around each other.

There was a sense you could control the light—
it was a wonderful feeling; you could make the whole room
bright again, or you could lie in the night air,
listening to the cars.

We’d get quiet after a while. The night would get quiet.
But we didn’t sleep, we didn’t want to give up consciousness.
We had given the night permission to carry us along;
we lay there, not interfering. Hour after hour, each one
listening to the other’s breath, watching the light change
in the window at the end of the bed—

whatever happened in that window,
we were in harmony with it.