eğrelti otları
Çocukken bizimle oyun oynayan birkaç yetişkinden biriydi halam. Çocukla çocuk olurdu, diğer yetişkinlerin tabiriyle. Yazları sık sık eniştemle halamın köydeki evlerine giderdik. Asıl işlevi kurutma amaçlı yaş fındık sermek olan harmanda dakikalarca koşturur, ebelemece, yakar top, istop gibi oyunlar oynardık. Ayağında, genellikle ona birkaç numara büyük gelen lastik terlikleriyle, benden bir buçuk yaş küçük kardeşim ve benimle birlikte koştururdu halam. Bazen mevsimlik fındık işçilerinin çocukları da bize katılırdı. Harmandan aşağıya inip, tarlaların arasından geçen ince patika yolu takip ederek geniş fındık bahçelerine dalar, patikanın kenarından kopardığımız kocaman eğrelti otlarını kılıç gibi sallayarak, yine oyunlar oynayarak yürürdük. Kardeşim bacağına her ot değdiğinde “yılan!” diye bağırarak yerinden sıçrardı.
Anzurlu dedikleri çeşmeden buz gibi kaynak suyu içer, yolumuza neşeyle devam eder, ineklerin bahçeden çıkmasını engellemek için dizilen odunları aşarak “düz bahçe” denen fındıklığa girerdik. Cesaret edebilirsek, üzerinden tüm şehrin görülebildiğine inanılan “düz taşa” tırmanıp, edemezsek de otların arasında uygun bir yer bulup oturur, biraz dinlenirdik. Bizim oralarda sakırtlak diye bilinen küçük keneler fırsattan istifade üstümüze tırmanırdı. Eğer onları zamanında fark edip üzerimizden atmazsak da oramıza buramıza bir güzel yerleşip kanımızı emmeye başlarlardı.
İstenmeyen misafir, çocuklar
Halamla eniştem bazen kendi aralarında Almanca konuşurdu. Onların uzun zaman önce, Almanya’da 20 sene yaşayıp çalıştıktan sonra Türkiye’ye kesin dönüş yaptıklarını, kazandıkları parayı da apartman ve araziye yatırdıklarını bilirdik. Bir de gelirken nakliye ettikleri ev eşyaları vardı: Bulaşık makinesi, radyolu yatak, kendinden mobilyası olan kocaman müzik seti ve kasetler… Maddi durumları hep iyiydi halamların. Eniştem de o da neşeli insanlardı. Eniştem aynı zamanda fevri ve sinirliydi de. Bir kızları evlenip Almanya’da kalmıştı. Bu evlilik onların rızası dışında olduğundan kırgın ve kızgınlardı. Onların Almanya’daki yaşamı çok geride kalmış gibi gelirdi bana hep. Son zamanlarda fark ettim ki, aslında o kadar da eski bir hikaye değildi bu. Almanya’nın Türkiye’den “misafir işçi” alımlarına 1961’de başladığını göz önünde bulundurursak, ben doğmadan sadece birkaç yıl önce dönmüş olmalılardı.
Aradan yıllar geçip, ben Almanya’da yaşamaya başlayıp, kızımı dünyaya getirdikten 10 ay sonra doğup büyüdüğüm şehre ailemi ziyarete gittiğimde “oğlu üç haftalıkken kalkıp gelmişti ablam,” diye anlattı bir diğer halam. Halam Almanya’da doğum yapıp üçüncü ve son çocuğunu kucağına aldıktan sadece üç hafta sonra memlekete gelmişti. Gezmeye ya da temelli kalmaya değil; bebeğini bırakıp işe geri dönmeye. Başka yüz binlerce kadın gibi çocuğunu, senede en fazla bir kez gidebileceği şehre bırakıp işine dönmesi gerekmişti, hatta muhtemelen buna zorlanmıştı.
Bu gerçekle yüzleştiğimde, halamla eniştemin çocuklarını köydeki babaannelerine bırakarak çalışmaya gittiğini ve senelerce onlardan ayrı yaşadıklarını zaten biliyordum. Günümüzde benzer koşullarda çalışan ve bu yüzden anne babasından ayrı büyümek zorunda olan bir sürü çocuk olduğunu da biliyordum. Hatta bu durumun geniş ailemdeki tek örneği halam ve kuzenlerim de değildi. Birkaç sene önce Çin’in küçük şehirlerinde çocuklarını nine ve dedelerine bırakarak büyük şehre çalışmaya giden, orada yurtlarda kalıp uzun saatler mesai yapan, kısa yılbaşı tatilinde de diğer yüz binlerce Çinli gibi bazen günler süren yolculukları göze alarak memlekete dönen anne babalarla ilgili beni çok etkileyen bir belgesel izlemiştim. 1980’li yıllarda Doğu Almanya’ya çalışmaya gelen kadınların önünde, hamile kaldıkları takdirde, zorunlu kürtaj veya anavatana geri gönderilme gibi sadece iki seçenek olduğuyla ilgili de yazılar, röportajlar da okumuştum.² Yine de tüm bu dağarcık, duyduklarımın beni derinden sarsmasına engel olamadı. Halam kucağında üç haftalık bebeğiyle memlekete “tatile” gelip, sonra da bebeğini orada bırakarak Almanya’ya çalışmaya gitmişti. Kuzenim anne babasından ayrı büyümüş, üç çocukla anne ve babalarının aile olma şansı hiç olmamıştı. Aralarında hep hasret vardı. Dahası halam kendi çocuklarıyla oyun oynayamamıştı.
Ben kızımı doğurduktan üç hafta sonra, vajinamdaki dikişler yeni iyileşmiş, doğumdan sonra yükselen tansiyonum ancak normale dönmüştü. O zamana kadar kızımla birlikte gündüz koltukta, gece yatakta, koyun koyuna yattım. İki odalı evimizde ayrı düşsek, lohusalık hüznünün beni tamamen etkisi altına aldığını hissederdim. İşe geri dönmeyi ise daha aylarca düşünmedim. Onlarsa bu yolculuğu halam doğurduktan önce mi planlamışlardı yoksa sonra mı? Uçak biletleri iyice pahalanmasın diye doğum tarihini az buçuk hesap edip yerlerini ayırtmışlar mıydı? Yola çıkmak için halamın doğum yaralarının iyileşmesini, bebeğin sarılığının geçmesini, beslenmeyi iyice öğrenmesini, ilk aşılarının yapılmasını, ne bileyim, bebeğin doğarken beraberinde getirdiği bazı belirsizliklerin netleşmesini beklemişler miydi? Eminim ki halam geriye dönmeyi hiç istememişti. Almanya’ya göç ettiğim ilk yıl ailemi ziyarete Türkiye’ye gittiğimde, artık 80’e merdiven dayamış olan halamın, gözlerinde daha önce görmediğim bir bakışla “ama sen her istediğinde gelebiliyorsun, değil mi?” diye sorması bunun bir işaretiydi.
Halam hâlâ oyunbaz, şakacı bir kadındır. Bebekliğime dair hikayeleri bugüne kadar ondan tekrar tekrar dinledim, hiç sıkılmadan anlatır. Artık kalkıp koşturacak hâli olmasa da, kızımla tanışır tanışmaz onunla “cim cim makarna” oynamıştır. Çocukların dilini konuşur. Yaramaz bir kadındır. Masada sinsice upuzun çatalını çıkarıp tabağınızdan yemek çalar. Türkiye’ye gezmeye gidecek olan Alman iş arkadaşına ülkeye vajinasını traş etmek zorunda olduğunu, bunu yapıp yapmadığının gümrük kontrolünde ortaya çıkacağını söylemiş, kadını dehsete düşürmüştür. Hayatı hep hafife alır gibi görünür. Siz kendinizi kaptırmış ciddi ciddi bir şey anlatırken halinizi tavrınızı taklit edip dalga geçer. Almanya’da tattığı kahveyi, çikolatayı, patates kızartmasını hâlâ çok sever. Özlemden bahsetmez, mutsuzluğu bilinsin istemez, hâlinden şikayet etmeyi sevmez.
Bir ritüel
Yıllar önce çalıştığım çağdaş sanat galerisi için kişisel sergi hazırlığında olan genç sanatçı, resimlerine konu ettiği çocuk oyunlarının eski ritüellerle ilişkisinden bahsetmişti.² Her bir çocuk oyunu, bir ritüelden evrilerek günümüze ulaşmıştı. O zamanlar bana çok ilginç gelen bu ilişkiyi biraz araştırdım ve oyunlarda kullanılan devinim halindeki topun aslında güneşi ve bazen de ayı, yani günü ve geceyi temsil ettiğini okudum.³ Bunun üzerine ben de çocukken halamla oynadığım “istop” oyununu bir ritüel gibi yeniden düşünmek istedim. En az üç kişiyle oynanan oyunda ebe, topu oyunculardan birinin ismini söyleyerek havaya fırlatır. İsmi söylenen oyuncu topu yere düşmeden yakalayabilirse “istop” yani stop diye bağırır, herkes olduğu yerde dona kalır ve oyuncu yeni bir isim söyler; yakalayamazsa da topu eline alıp bir renk bağırır. Diğer oyuncular o renkteki bir şeyi bulup dokunmaya çalışırken ebe, topu fırlatarak onlara isabet ettirmeye çalışır. En azından biz bu oyunu böyle oynadık.
Şimdi oyuncuların kolektif enerji yaratmak için daire şeklinde dizildiğini hayal edelim. Havaya atılıp tutulan topun güneş ve ayın gökyüzündeki döngüsünü, yani annelerle ayrı kaldıkları çocuklarını birbirine yaklaştıran zamanın akışını temsil ettiğini düşünelim. Oyuncuların donarak anda kaldıklarını, yeşil çimen, kahverengi odun parçası, gri taş ya da pembe gül yaprağına tutunarak doğayla bir olduklarını… Ve nihayet yetişkin veya çocuk, bu oyuna dahil olan herkesin tüm zihin gücü, enerjisi ve iradesiyle, birbirinden ayrı düşmüş cocuk ve anneleri bir araya getirme dileğine odaklarını düşleyelim.
Aslında tekrar düşününce, halamla birlikte yaptığımız şey bence tam da buydu.
1-https://domid.org/news/vertragsarbeit-in-der-ddr/
2-https://www.piartworks.com/exhibitions/22-yusa-yalcintas-causa-sui/